Cenab-ı Allah, insanoğlunu yarattığı zaman ona aklı ile doğruyu yanlışı ayır edebilme, irade yeteneğini vermiştir. Yüce Allah, insanı mutluluğa götürecek ve üzecek yolları göstermiş, bu konudaki seçimini de kişinin kendi iradesine bırakmıştır. Bunun yanında kâinattaki tüm varlıkları da onun hizmetine vermiştir. 

Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'de, “Ben gökleri ve yeri insan için donattım.”  “Güneşi ve ayı ona musahhar kıldım, boyun eğdirdim” mealinde pek çok ayette yeryüzündeki ve kâinattaki tüm varlıkları insanın emrine verdiğini bildirmektedir. İnsan, aklı sayesinde fiziki olarak kendisinden kat kat üstün olan varlıklardan istifade etme yoluna gitmiştir. Mesela, hayvanları evcilleştirerek kimisinin gücünden faydalanmış, binek ve yük taşıtı olarak kullanmış kimisinin etinden, sütünden ve yününden istifade etmiştir. Atın aklı olsaydı, ağzına gem vurdurur muydu, o kadar acıya katlanır mıydı? Yine ineğin, koyun-keçinin aklı olsaydı yavruları için biriktirdiği sütü insanoğluna verir miydi? Elbette bunların hiçbiri olmazdı. Herkes kendi yiyeceğini kendisi için yapardı ya da saklardı.

Kâinattaki her şey İlâhî bir nizama tabi olduğu için her şey yerli yerinde hareket etmektedir. “Gece gündüzü, gündüz geceyi geçmek için uğraşmamakta, güneş de ayı, ay güneşi geçmeye çalışmamakta, her şey kendi yörüngesinde dönüp gitmekte.”dir. Bütün bunlar ne için var edilmiştir? Kişioğlunun hizmetine sunmak için.

Allah bütün bu şeyleri boşuna insanoğluna ihsan etmemiştir. İnsanoğlunu, kendisini birlemesini ve birbirlerine ve diğer canlılara karşı adaletli, merhametli olmasını, güçlünün karşısında zayıfı korumasını, haklıyı haksızdan, doğruyu yanlıştan ayırmasını, ölçü ve tartıda hile yapmamasını istemiştir. Kur'ân-ı Kerim'in pek çok yerinde Peygamberler vasıtasıyla Cenab-ı Allah kullarını uyarmış, tevhidden sonra en çok kul hakkına vurgu yapmıştır. “Ölçü ve tarınızı düzgün yapınız.” “Kul hakkıyla karşıma gelmeyiniz.” Yetimin ve fakirin hakkını gözetiniz” “Vay o yetim malı yiyenlerin haline!” mealindeki ayetlerle insanları, özellikle zenginleri ve idarecileri uyarmıştır. Bunun için zenginin malında fakirin hakkı olduğunu belirterek, sadaka, fitre, zekât gibi sosyal yardımlaşmayı emretmiştir.

Türk Milleti olarak kalbimiz acıma ve merhamet duygularıyla doludur. Başkalarına yardım etmeyi çok seviyoruz. Bu çok güzel bir haslettir. Fakat başkasına yaptığın yardımları bir reklam aracı olarak kullanmak son derece tehlikelidir ve insanı riyaya götüren bir yoldur.

Sadaka fitre ve bağışlarda din, dil ve ırk farkı gözetmeksizin yardım yapmak dinimizin emridir. Fakat dinimizin başka bir emri daha var ki bu yardımlarda en yakınından başlayacaksın. Yanı başında komşun aç sefil iken önce onu gözeteceksin. Onu dünya görüşü farklı diye ötelemeyeceksin. Onun düşüncesi ne olursa olsun, Cenab-ı Allah her gün onun rızkını vermiyor mu? Her gün kendisini inkâr edenin bile sabah akşam üzerine güneş doğdurmuyor mu? Yerden türlü türlü bitki bitirip yiyecek içeceğini temin etmiyor mu? O halde bizlere ne oluyor da burnumuzun dibindeki yetimi, kimsesizi ve fakiri, çalışamayacak derecede yaşlı olan kişileri görmüyoruz? Günümüzde pek çok yardım kuruluşlarında ben bu ötelemeyi görmekteyim ve çok üzülmekteyim. Herkesin derdine koşan bir millet iken nasıl bu hale geldik diye kara kara düşünmekteyim.

Bu gün çeşitli yardım kuruluşları, yurt dışında pek çok ülkeye yardım göndermektedirler. Göndersinler, bunlardan gurur duyarız. Ama kendi memleketimizde olan kimsesizleri, yetimleri de gözetelim. Araştırma yapıyorlar, “evinde koltuk var, televizyon var” diye o aileye yardım etmiyorlar. Baba hasta ve çalışamayacak kadar düşkün. Anne ise yatalak üç çocuğuna bakmakta ve başka bir yere çalışmaya gitmesinin mümkünatı yok. Peki bu aile ne yapsın? Çalıp çırpsın mı? Başkalarının başına musallat mı olsun? Belki de o televizyonu kendileri gibi bir hayırsever verdi, ya da koltuk takımlarını evini yenilemek isteyen birisi hediye etti.

Kolumuz, Kenya'ya, Darfur'a uzanıyor da Ereğli'de zatürreden ölen kırk günlük “Ayaz” bebeğe uzanamıyoruz. Olaydan sonra minik bebeğin evine gidip baktılar. Kadının kocası vatani görevde ve evinde yakacak namına hiçbir şey yok. Bu kışta kıyamette sobaya atacak bir tane bile odun yok. Yiyecek içecek ona göre. Bu çocuk donarak ya da zatürreden ölmesin de ne yapsın. Anne beslenemiyor ki onun sütü olsun. Bu eve sonradan yardım yapıldı. Ama yardımlar zamanında olmalıydı. Bu adalet değil. Gecikmiş bir adalet, adaletsizliktir.

Yine ülkemizde aş bekleyen, iş bekleyen o kadar çok gencimiz var ki bunlar kendilerine uzanacak bir yardım elini seve seve kabul edeceklerdir. Onara sadaka verin, demiyorum. Onlara iş sahası açarak istihdam edin ve bunalımdan kurtarın, diyorum. İşsiz kalan her fert bunalıma giriyor ya kendini öldürmeye kalkıyor ya hırsızlık yapıyor ya da başkalarının malını zorla gasp ederek toplum için bir tehlike oluşturuyor. Yani içtimai huzur bozuluyor. Toplumun refahı için biraz da bizim fakirleri gözetin, diyorum.

Bugün, Karaman'ın, Aksaray'ın öyle fakir köyleri var ki kendilerine uzanacak bir yardım eli beklemektedir. Köyleri birkaç yaşlı beklemektedir. Çünkü köyde çalışacak gençler ürettiği para etmeyince, umduğunu bulamayınca başka şehirlere göç etmişlerdir. Zenginlerimizin yönünü biraz da bu fakir kentlere köylere ve kasabalara çevirmeleri gerekiyor. Okuyamayan gençlerimizin elinden tutmalı, iş bulamayan çaresizlerimize de yardımcı olunmalıdır.

Saygılarımla.