Belki aylardır televizyon izlemiyorum. Ne zaman televizyon izlesem günde üç dört defa şehit haberi alıyordum. Bünyen çok hassas olduğu için hastalanıyor, çoluk çocuğa bakmaktan aciz kalıyordum.

Bazen dayanamayıp televizyonu açtığım zaman bilgisayarın başına geçip şehit haberleriyle ilgili makaleler yazıyor ve insanımızın boş yere harcanmasına ver yansın ediyordum. Benim bu yazılarımı okuyanlar “kanla besleniyorlar, kanla beslenmekten zevk alıyorlar” yaftasını hemen yapıştırıyorlardı. 

Tabii ki insanız. Bütün bu olumsuz etkilerden dolayı bir müddet şehit haberleri dinlemekten, onlar hakkında yazı yazmaktan ister istemez uzak kaldık. Bu uzak kalış bize kendimizi unutturdu. Kişiliğimizi, hısım akrabamızı unutturdu. Basiretimizi bağladı.

30 Mayıs 2016 pazartesi günü Amcamın torunu Kevser bir şehit haberi paylaştı. Ben olayı o kadar kanıksamışım ki sıradan bir olaymış gibi geldi. Ateş topunun mahallemizin ortasına, kendi kucağımıza düştüğünü kavrayamadım bile. Demek ki epey bir basiretim bağlanmış ki bildiklerim her şey bana yabancı olmuş. Olaylar, mekân ve isimler bana tanıdık gelmiyor.

Akşam annemi ve babamı bir arayayım, nasıllar, bir hal hatır sorayım dedim. Annem gündüz cenazeye katıldığını, babamın da cenaze evine gittiğini, biraz halsiz olup yattığını söyleyince, “Anne kimin cenazesi, kim vefat etti?” diye soruverdim. Demez mi “Düzenli'nin torunu Mehmet Düzenli.” Ben, “Anne ben bu çocuğu hiç duymadım, hangisinin oğlu?”diye sordum.  Dedi ki: “Mehmet Amca'nın Sait diye bir oğlu vardı. Antalya'ya göçmüşlerdi. Oğlu subay çıkmış, üsteğmen iken Doğuda teröristlerle girdiği bir çatışmada şehit düşmüş. Cenazesi önce Antalya'ya, bu gün de Saraçoğlu'na dedesinin evine getirildi!”

Bende şafak yeni attı. Acı gerçeği o zaman anladım. Şehidin babası Sait ile çocukluk arkadaşıydık. O bizden birkaç yaş büyük ve bizim ağabeyimiz konumundaydı. Biz ilkokula giderken o ortaokula gidiyordu. Herkes büyüyüp yuvadan uçunca birbirimiz görmez olduk ve unuttuk gittik. Annesini de Konya'ya gidip geldikçe birkaç defa görmüşlüğüm vardı.

Annemle telefon konuşmasından sonra bir tuhaf oldum. Kalktım, namazımı kılayım dedim. Yatsı namazını kıldım, salat-ı vitirde iken ağlama krizi tuttu. Namazımı güçlükle tamamladım. Epey bir müddet seccadenin üzerinde ağladım, tesbihimi ağlayarak çektim, şehidimizin ruhuna Fatihalar ve dualar gönderdim. Elimizden ancak bu kadarı geliyor çünkü. Ben ne onun ne yarım kalan hayallerini gerçekleştirebilirim ne de yaşanmamış gençliğini.

Sonra uzun uzun düşündüm. Bir insanın yetişmesi ne kadar uzun bir zaman alıyor! Besle, büyüt, okut, sonra da başkalarının hatası uğruna, yanlış politikası uğruna senin gencecik fidanın toprağa serilsin! Aklım hafsalam almıyor!

Bu teröristler bu kadar yığınak yaparken hükümet olarak sizler ne yapıyordunuz? Bunu o zamanın iktidarına sormak istiyorum. Adamlar bu kadar güçlenirken sizler neden bizim komutanlarımızı birer bahane ile hapse tıktınız?

Teröristler ülkenin her tarafını köstebek yuvası haline getirirken neden bizim askerlerimizi kışlalarına hapsettiniz? Açılım süreci diye bir çözülmeyi neden hâla savunuyor ve taviz vermek istemiyorsunuz?

Bunların cevabını almak sadece benim değil herkesin hakkı olduğu düşüncesindeyim.

Başkaları harp hilelerinin, harp sanatının her nevini uygularken benim askerimi, aslan Mehmed'imi bir kör dövüşün içine itenlere hakkımızı helal etmiyorum. Yiten benim gençliğim ve ülkemin geleceği.

Senden af diliyorum şehidim! Sana yeterince sahip çıkamadık ve senin haklarını savunamadık.

Mekânın cennet olsun yiğidim, yarin Cenab-ı Allah!

“YA RABBİ

Bu gencecik kulun geldi kapına

Onu kabul eyle, reddetme Allah'ım

Lütfu İlahiye ermek maksuduna

Kavuştur, mahzun etme Allah'ım

Kanıyla suladı kara toprağı,

Serince kıl,  çorak etme Allah'ım

Tomurcuğa duran gonca gülleri

Nurunla ışıt, har etme Allah'ım

Sevdiği sen, matlubu, maşuku sen

Didarını mahrem etme Allah'ım

Anuş Gökce der,  Şehit Mehmed'ini

Yarlığından mahrum etme Allah'ım