Gökte uçan kınalı kuşum, narin kanatlarıyla süzülerek bahçedeki erik ağacına kondu. Telaşlı, şen sesinden bana anlatacak bir masalı olduğunu anladım. Elimdeki işi bırakıp bahçeye koştum. Zira biliyordum ki acele etmezsem beklemez uçar giderdi. Bana anlatmadığı masalı kim bilir hangi diyarda kimlere anlatırdı ve ben de burada meraktan kendimi yerdim. Söyle bana güzel kuşum bu kez hangi yüreği yaralının masalını anlatacaksın bana?

Der demez ağacın bana yakın dallarından birine indi. Minik kanatlarını birkaç kez açıp kapatarak yerine yerleştirdi. Küçük boncuk gözlerini gözlerime dikti ve başladı anlatmaya.

  Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde taşı toprağı altından değil kızıldan bir ülke varmış. Ülkenin nazlı nazlı akan dereleri; bu kimi zaman Sakarya olurmuş, kimi zaman Kızılırmak, kimi zaman Seyhan, kimi zaman da Fırat; hepsi de tek renk akarmış: Kızıl.  İşte bu suların suladığı ülke toprakları baştan başa hep kızılmış. Bir de gökyüzünde dalgalanan şanlı bayrak kıpkırmızı rengini bu sulardan alırmış.

Seher yeli bazen batıdan, bazen doğudan eser adı bazen Lodos olurmuş, bazen Meltem bazen Poyraz; her ne olursa olsun aynı kokuyu taşırmış insanların burnuna;  yiğit kokusu, şehit, şüheda kokusu, canını vatan uğruna çekinmeden feda eden Mehmetçiğin cennet kokusu.

Minik kuşum masalın burasında biraz durdu. Kanatlarını esnetme bahanesiyle boncuk gözlerinden süzülen yaşları göstermeden sildi ve anlatmaya devam etti.

Ülke, dünya kurulalıdan beri hep hainlerin, kıskançların kıskacında, kötü emellilerin düşmanca saldırıları karşısında kıvranmış durmuş. Asırlar geçmiş düşmanın adı değişmiş fakat emeli hiç değişmemiş. Ülkenin verimli topraklarına, cevherlerine sahip olmak, yiğit insanını yıldırarak vatanından etmek ve bu şehit ve gaziler yurdunu ele geçirmek. Ama atladıkları bir şey varmış. Bu ülkenin insanı rahatını, huzurunu hatta canını düşünerek hiçbir vakit geri adım atmazmış. Kendinin ve memleketin özgürlüğünü, refahını her şeyden üstün tutarmış. Öyle olmasaymış bayrağı, toprağı bu denli kızıl olamazmış. Hem hangi ülkenin bayrağı bu denli nazlı, bu denli korkusuz, bu denli kırmızı olabilirmiş ki? Yine o hainlerin bilmedikleri bir şey varmış; vatan aşkı ve iman birleşince önünde hiçbir güç tutunamaz ezilmeye, yenilmeye, dağılmaya mecbur olurmuş.

Dünya yüzeyindeki diğer bazı ülkelere de saldırılar olmuyor değilmiş. Fakat onların bazıları yılgınlık göstererek vatanını ateş altında bırakıp can korkusuna toprağını hainlere terk ederek kaçma yolunu tutmuş. Ancak bu şanlı bayrağın, Ay yıldızlı, kan kırmızısı bayrağın dalgalandığı ülkenin insanları onlara hiç mi hiç benzemezmiş. Çünkü onlar Fatih'in, Yavuz'un, Sakarya'da can veren Çanakkale'de çocuk yaşta şahadet şerbetini içen asil dedelerin torunlarıymış. Çünkü onlar biliyormuş ki; vatan uğruna can vermek makamların en yücesi, vatanı savunmaktan imtina edenlere şehit dedeleri haklarını asla helal etmez.  Bu vatanın her ferdi sıra kendilerine geldiğinde savaşa değil düğüne gider gibi gülerek ülkesini savunmaya soyunur. Düşman, topraklarında kaynaştıkça ona huzur da uyku da haram.

Kuşum masala daha fazla devam edemedi. Bir an gözlerime veda eder gibi bakıp kanatlandı ve gözden kayboldu. Onun ardından bakarken Necip Fazıl'ın Sakarya şiirinden şu ölümsüz dizeler geldi aklıma:

 İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya; 
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya. 
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; 
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. 
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir; 
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.

 !
Hey Sakarya, kim demiş; suya vurulmaz perçin? 
Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur, 
Sırtına Sakarya'nın, Türk tarihi vurulur. 
Eyvah, eyvah, Sakarya'm, sana mı düştü bu yük? 
Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!
Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya! 
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya? 
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal. 
Hamallık ki, sonunda ne rütbe var, ne de mal, 
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan 
ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan. 
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an; 
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an! 
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu; 
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu? 
 

...