SÜLEYMAN OKUR VE HATIRALARI

Bulgaristan’ın Rasgırat ili Kubrat ilçesinin Güvece köyünde 17.07.1946 yılında dünyaya geldi. 1951 yılında bir Mayıs sabahında Türkiye’ye, anavatanlarına göç eden ailesi Karaman’ın Akşehir yaylasında iskan edildiyse  de burada umduğunu bulamayan Okur ailesi 1954 yılı Ekim ayında Konya’nın Uluırmak Burhandede mahallesine yerleşmiş. Süleyman Okur sırasıyla Yunus Emre ilkokulu, Karma Ortaokulu ve Sanat Enstitüsünü başarıya bitirdi. Yıl 1964 idi.

FOTO- Süleyman Okur da Milli formayı giyme şerefine erişti...

Öğrencilik yıllarında spora büyük ilgi duyan Süleyman Okur, önce okul takımlarında daha sonra da Konya Şeker Spor’da basketbol ve voleybol oynadı. ara sırada üç bin ve beş bin metrelerde koşarak atletizm sporuna ilgi gösteriyordu. Sanat enstitüsünü başarıyla tamamladık tan sonra Konya şeker fabrikasında çalışmaya başladı. Okur açıklamalarını şöyle sürdürdü.

Rıfat Çalışkan, Nusret Ergül, Sadık Keleş ve Mustafa Cengiz gibi o dönemin milli bisikletçilerini izledikten sonra bisikletçi olmaya kadar verdi. O tarihlerde yapılan düz bisiklet yarışlarına katılarak genel klasmanda 4 birincilik ve 1 ikincilik elde etti. Bu sonuçlardan sonra Konya Şeker Sporun bisiklet kadrosuna dahil edildi. İlk defa 1966 yılında yapılan Irak Bağdat turunda ay yıldızlı formayı giydi. Daha sonra Yugoslavya, Bulgaristan ve Türkiye turlarına katıldı. Bu süreçte milli formayı 43 kez giydi. Etaplı yarışlar, ferdi ve saate karşı yarışlarda dereceler elde edip kürsüye çıktı. Askerliğini Balıkesir Karagücünde yapan Süleyman Okur burada da bir bisiklet takımı kurarak kaptanlığa getirildi. 1968 yıllında Balıkesir velodromunda yapılan takım takip yarışında Türkiye şampiyonu oldu.

FOTO- Süleyman Okur’un başarısı gazete kupüründe...

Başarılı iş adamı ve sporcu Süleyman Okur askerlik dönüşü Et ve Balık Kurumunda da bir bisiklet takımı kurarak kaptanlığa getirildi.

1972 yılında çalışmak için Almanya’ ya gitti ve orda 7 yıl kaldı ve Konya’ya döndü. Kayınpederi ve kayınbiraderi ile ticarete atıldı. 8 yıl Konya Bisiklet Sporunu  Kalkındırma Derneği başkanlığını yaptı.

FOTO-Süleyman Okur, bisiklet sporuna başladığı ilk yıllarında 2. olduğu yarış haberi...

1989 yıllında Bisiklet Federasyonu teknik komite ve başkan yardımcılığı görevlerini  4 yıl süre ile yürüttü.  Süleyman okur daha sonra bir siyasi partinin kuruluşunda bulundu. Burada Meram ilçe başkanlığı görevlerinde bulundu. Okur bu arada işinden fırsat buldukça da bisiklet hakemliği yaptı.

OKUR’UN HATIRALARI

Bizim bisiklet sporu yaptığımız dönemlere biraz da yokluklar dönemi diyebiliriz. Hiyerarşik işleyişin bizim dönemimizde tam uygulandığı zamanlar. Bisiklet sporuna başladığımız yıllarda bizlerden önce başlayan Rıfat Çalışkan, Nusret Ergül, Mustafa Cengiz gibi isimler olduğu için yeni bir malzeme dağılacağı zamanlar onlara yeni malzemeler verilir, yeni lastikler verilir; onların kullandığı, onlardan kalanlar da bize verilirdi. Milli takım kamplarında dahi masör, masajı önce onlara yapar, mekanisyen önce onların bisikletlerini, sıra gelirse bizim bisikletimizi  tamir eder. Yoksa kendiniz yapmak zorunda kalırsınız.  Bunların böyle olduğunu bilirsiniz fakat gocunmazsınız.  Zaman içerisinde yeniler gelmeye  başlar. Diğer arkadaşlar gibi uzun süreli bisiklet sporu yapmadığım için ayrıcalıklı olmadım,  mümkün mertebe kendi işimi kendim yaptım.

FOTO- Süleyman Okur 1966 yılında Milli forma ile Irak'ta yarışmıştı...

Bizim dönemlerimizde Türkiye Turu’nun, Marmara Turu’nun yapıldığı yerlerde doğru dürüst konaklama tesisi, yemek için lüks restoranlar dahi çok nadirdi. Milli takımla Türkiye Turu’nun yapıldığı zamanlar genelde haziran ayına denk gelirdi. Futbol müsabakaları biter okullar tatil olur, bizim tur öyle başlardı. Gittiğimiz yerlerde otel olmadığı için okullarda sınıflara ranzalar atılır, ranzalara şilteler konur, bizler oralarda yatar kalkardık. Şimdiki gibi açık büfe yemekler yerine bizlere turdan önce elimize yemek fişleri verilir. Fişlerin üzerinde para gibi rakamlar yazar. Gidilen yerlerde anlaşmalı, önceden belirlenmiş yerler olur. Biz yediğimiz yemek bedelini o fişler ile öderdik.  Fişler daha turun arasında biter, yeniden fiş almak için uğraşırdık. Neden çabuk fişleri harcadığımızı sorarlardı. Daha tasarruflu harcamamız tavsiye edilirdi. Şimdiki gibi beş yıldızlı otellerde açık büfe yemekler, yediğin önünde yemediğin ardında, böyle bolluk yoktu. Ama biz yine de çok şikayetçi olmazdık.  O günkü imkanlar,  şartlar öyleydi.

FOTO- Süleyman Okur siyasetle uğraştığı dönemde, Turgut Özal ve Milletvekili Mustafa Dinek’le...

Yarış koşarken eski lastikleri takmamızdan dolayı lastiğimizin patlamadığı yarışımız pek olmazdı. Şimdiki gibi hazır jantlar da yoktu. Yedek lastikleri bisikletin selesini altına bağlar veya sırtımıza geçirir lastik patlayınca patlayan lastiği janttan söker yedek lastiği takar pompa ile şişirir, yarışa devam ederdik. Bu arada kaybettiğiniz zaman da işin cabası. Eğer bir lastik patlamamış ise o gün şanslı  bir gündesinizdir. Zaman gelir,  üç lastik patlattığımı çok hatırlarım. Ona rağmen yine de  mücadelemizi bırakmaz yarışı ve etapları sonuna kadar kovalardık. Lastiği patlattığım,  yanımda da yedek lastik kalmadığı için yarış içerisinde idareciler lastik getirecekte verecek, biz de yarışa devam edeceğiz diye çok beklediğimiz olmuştu.

FOTO- Süleyman Okur, Nusret Ergül ve Erol Öztorun bir yarış öncesi...

Yeri geldi bisikletin zinciri koptu, bisiklet arıza yaptı. Ya sizden daha tecrübesiz birinden bisikleti alıp devam edeceksiniz veya idarecinin arabasında yedek bisiklet varsa o size ulaşıncaya kadar orada bekleyip size yardım ulaşınca yarışa devam edeceksiniz. Yani anlayacağınız çok yokluklarla, malzeme yetersizlikleriyle mücadele verdik. Amatörce spor yapmanın zorlukları bunlardı zannederim.

Bir de unutamadığım,  Bağdat’ ta milli takımla yarış koşuyoruz. Adamları bırakıp gidiyorsunuz,  bir bakıyorsunuz senin bırakıp gittiğin adamı yanına tekrar getiriyorlar. Saate karşı yarış koşuyoruz, araba ile adamı çekip götürüyorlar. İşin enteresan tarafı televizyonda, akşam haberlerinde kendi adamlarını  gösteriyorlardı. Hem hile yapıyorlar hem de saklamasını beceremiyorlar,  kendilerini  ifşa ediyorlardı.

FOTO- Süleyman Okur (ortada) Balıkesir Valisi'nden ödül alırken

Babanı Buz gibi Dağevine Niye Yatırın?

Evliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu, eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve ya ben giderim ya da baban, baban bu evde kalmayacak diyerek rest çekti. Eşin kaybetmeyi göze alamazdı.

Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası, sevdiği ve kendini seven bir eşi ve bir de çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmiş evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala onu ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu.

FOTO- Süleyman Okur, Bağdat Valisi’nin elinden ödül alırken…

Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.  Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can ‘’Baba bende seninle gelmek istiyorum.’’ diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.

Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden zor görüyorlardı. Minik Can sürekli babasına “Baba nereye gidiyoruz?” diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor, oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.

Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabaya yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı. En sonunda babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi. Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu.

Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasın izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası da yüreğine bıçak saplanmış gibiydi.  Yıllarca emek verdiği oğlu tarafında bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti,  içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.

Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı.  Buna mecburum der gibi baktı babasını yüzüne ve Can’ın elini tutup hızla barakayı terk etti. Arabaya bindiler. Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı, neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annesi böyle istiyordu. Can, “Baba sen de yaşlandığında ben de seni buraya mı getireceğim?” diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun yönetilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında “Beni affet baba!” diyerek babasının boynuna sarıldı.

Babayla oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğul “Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet!” diye hatasını belli ediyordu. Babası oğluna şu sözlerle en anlamlı cevabı veriyordu: “Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki sen beni atasın. Beni bu dağda bırakmayacağını biliyordum. Rahmetli babam aklıma geldi bugün. Yaşantım boyunca bir dediğini iki etmedim, ne istediyse yaptım. Bugün mezarına giderken başım dik gidebiliyorum çok şükür. Size tavsiyem evladınızın size nasıl davranmasını istiyorsanız siz de babanızı öyle davranın iş işten geçmeden…”

Türkiye’ye Gelişiniz Nasıl Oldu?

Babam,  hasretle beklediği Türkiye’ ye gidiş için girişim yine sonuçsuz kalınca bayağı bir karamsarlığa kapılıyor.  Bu arada imam olduğu için köyün camisinde de imamlık yapmaya başlıyor.  Günler  ayları, aylar yılları  kovalıyor. 1951 yılında Türkiye’de Demokrat Parti,  Adnan Menderes hükümeti seçimle başa geçiyor.

Bulgaristan hükümeti ile yapılan göç anlaşması sonucunda anavatana gelmek için uğraşıp da gelemeyen, Türkiye hasreti ile yanıp tutuşan soydaşlarımızın bir umut ışığın oluyor. Babam da bu şanslı kişilerden birisi olma özeliğini taşıyor.

Yıl 1951 Ocak ayı.  Kafileler halinde Türkiye’ ye göç etmek isteyenler yollara dökülüyor. Babam din hocası olması dolaysıyla daha önceleri çektiği sıkıntılardan ve eziyetlerden dolayı ilk gelen müracaatların arasında olamıyor. Şöyle ki o korku, sıkıntı ve kabus dolu günleri yeniden yaşamak istemediği için müracaatı ağırdan alıyor. Millet gitmeye başlasın biz de görelim, ona göre hareket ederim,  diye beklemeye geçiyor.

Yakın akraba olarak babamın abisi, amcası, kayınbiraderin biraderi, dayım, halam hatta daha sonra kızıyla evlenip akraba olduğumuz kayınpederim  Efrahim Durmaz da bu ilk kafilede yer alanların içerisinde. Aşağı yukarı köyden 30’a yakın aile Türkiye’ye gitmek için hicrete başlıyorlar.

Bu ayrılışlarda  “Ben Türkiye’ye gidiyorum.” deyip de ayrılamıyorsunuz. Eğer üzerinde malınız mülkünüz varsa onları bir başkanın üzerine tapusunu aktarmak koşulu ile ilişiksiz kağıdı alıyor ve ancak o şekilde gidebiliyorsunuz.

Yıl 1951 aylardan  Mayıs.  Bizim de köyden anavatana hareketimiz başlıyor. Bizim köyümüz Razgırat’a (vilayete) 35 km, kazaya yani  Kubrat’a 20 km, Rusçuk’a da 45 km mesafede.  Henüz 4,5 yaşlarında olmama rağmen ayrılışımız, hısım akrabalarla vedalaşmamız, feryat, figan… dün gibi hatırlıyorum. Köyümüz anayola 2 km mesafede. Mümbit, Bitek Bağlama adında ufak bir göleti olan anayola çıkarken sağlı sollu akasyalıkların arasında geçerek at arabaları ile bizleri Rusçuk’a tren garına götürüyorlar. Özellikle sağlı sollu akasya ağaçları kafamda o kadar iz bırakmış ki yıllar sonra Almanya’ da çalışırken 1976 yılı Eylül ayı izin dönüşünde araba ile geldiğim için içimde bir merak; doğduğum yeri görmek orada kalan halamı, eniştemi, kızlarını, oğlunu ve hısım akrabayı arzuladım. Köyüm olan Güvece köyüne bir günlüğüne de olsa ziyaret yaptım. O zaman yine o sağlı sollu akasyalıkları görünce evimizi, o şirin köyümüzü yine hatırladığım gibi buldum.

FOTO- Erol Öztorun, Seyit Kırmızı, Sadık Keleş, Süleyman Okur. Konya’da bir ödül töreni...

Rusçuk garında normal yük vagonlarına, Türkiye’ ye gitmek için bizleri bindirdiler. Babamla birlikte bacanağı Hasan, teyzem Mukaddes, oğlu Basri, diğer bacanağı Haşim, ufak teyzem Halime, oğlu Recep aynı kafilede yer aldık. Birkaç günlük tren yolculuğundan sonra Edirne’nin Karaağaç istasyonuna geldik. Orda bizleri Türkiye Cumhuriyeti ağırladı.

Soyadı kanunu çıktığından dolayı bizlere yani ailelere soyadları verildi. Babam Veli oğlu Hafız Mehmet, oradaki memurlar, babamın okumayı sevmesin den dolayı “Okur” soyadını verdi. Ortanca bacanağı Hasan, Çalım soyadını alırken diğer bacanağı Haşim de Kasap soyadını alıyordu.  Babam Hafız olduğu için köyde göçmen Hafız Mehmet Ağa diye, bacanakları da göçmen Hasan Ağa, göçmen Haşim Ağa, diye anılmaya başlıyor.

O zamanlar köyün Karaman’a olan uzaklığı da düşünüldüğünde köyde sebze meyve gibi olan yiyecekler yetiştirilmediği için çerçiler vasıtası ile at arabalarında küfeler içerisinde köylere getiriliyor. Onlar da bu getirdikleri sebzen ve meyveleri arpa, buğday yumurta, yapağı karşılığında takas ederek satıyorlardı. Köylünün yediği bulgur pilavı, içtiği ayran köylünün en iyi yemekleri arasında yer alıyordu.

Hazırlayan: Nizamettin Yetişen