Dünyamız küçükken aynı adı taşıyan kişi sayısı bile oldukça sınırlı gelir bize. Azcık genişlediğinde dünyamız, ad benzerlikleri artar, ayrımı soyadı ile yapmaya başlarız. Biraz daha geniş bir dünyada hem aynı adı hem de soyadı taşıyan azımsanamayacak sayıda insan girer dünyamıza. Bu defa titrinden, mesleğinden yola çıkarak ayrım yapmaya çalışırız.

Geçen gün okuduğum sözlerin sahibini ararken aynı adı, aynı soyadı ve aynı titri taşıyan iki farklı kişi olduğunu anladım ve benim aradığımın hangisi olduğunu belirlemekte oldukça zorluk çektim. 

İki tane Prof. Dr. Yıldız Ecevit var. Biri edebiyat, diğeri sosyoloji hocası. Bu yazıda sözlerini paylaşacağım hocahanım ODTÜ Sosyoloji Bölümü'nde görevli.

***

"O günlerde biz araştırma konularımızı kendi ilgi alanımızda ve ülkenin sorunlarına, gereklerine bakarak seçerdik. Bilimsel meraktı bizim başlangıç noktamız. Sonradan bu tersten işlemeye başladı. Derginin istediği konulara göre araştırmaları seçmeye başladık. Hangi konuyu çalışırsak daha rahat yayın yaparız diye düşünür olduk. Türkiye'nin konuları güme gitti böylece." 

Böyle diyordu Prof. Dr. Yıldız Ecevit, 2007 yılında yapılan sosyal bilimlerde yayıncılık konulu bir toplantıda.

Akademisyenlerin geçirdiği başkalaşımı güzel özetliyordu Yıldız Hocahanım.

Önce bilimsel merak vardı... Bilimsel merakınız sizin ilgi alanınızı belirliyordu. Sonra, ülkenin sorunları girdi sıraya. 

"Ülkenin sorunları" konusu netameli konu. Zira, nereden baktığınıza, nasıl baktığınıza, kimliğinize, kişiliğinize göre değişiyor ülkenin sorunları. Kimine göre ekonomideki darboğazdır sorun, kimine göre dinsel ya da etnik grupların eşitsizliği, kimine göre terör, kimine göre de bireysel özgürlüklerin kısıtlılığı...

Vaktaki akademik hayatı yönlendiren kurumlar ortaya çıktı, herkes bir alttaki için bir takım performans kriterleri koydu.

Örneğin YÖK rektörlerden, rektörler dekanlardan, dekanlar akademisyenlerden, kıdemli akademisyenler çömezlerden bazı kriterleri yerine getirmelerini istediler.

Kuşkusuz isteyecekler. Herkes babasının imkânlarını kullansa kimse kimseden bir şey istenmeyebilir, ama kullanılan imkânlar kamunun olunca bunların en verimli biçimde kullanılmasını istemek ve denetlemek şart. Maddi boyutu ister küçük olsun isterse büyük, o imkânda tüyü bitmedik yetimin hakkı var.

Hangi konuda daha rahat yayın yapabiliriz derdi kantitenin kalitenin önüne koyulduğu bu aşamanın bir yan etkisi olarak ortaya çıktı. Sayı, içeriği yendi. Öyle ki, sayının çokluğu içeriği denetlemeyi imkânsız hale getirdi.

Biz öğrenciyken hocalarımızdan biri için şöyle bir anekdot anlatılırdı. Hocadan bir dergi için yazı istemişler. Hoca "Yayın konusunda ben kabızım, .... Hoca'ya gidin, o ishaldir" demiş. O .... Hoca'ya gülmüştük bu anekdotu duyduğumuz zaman. Gülme komşuna gelir başına demişler ya, aradan yıllar geçmiş, biz de hoca olmuştuk ve akademik performansın yayın sayısına göre ölçülmeye başlanması hepimizi ishal yapmıştı.

***

Bu yazıyı yazarken Yıldız Hocahanımın sözlerine bir ekleme yapmanın kaçınılmaz olduğunu düşündüm. O, 2007 yılında söylemişti yukarıya alıntıladığım sözleri. Şimdi yıl 2014, aradan yedi yıl geçmiş. Görebildiğim kadarıyla, nerdeyse bir dekada yaklaşan zaman dilimi içinde birçok şey değişmiş, akademisyenlerin başkalaşımı da Hoca'nın saptadığı aşamadan başka bir aşamaya ulaşmış. 

Yıldız Hocahanım “derginin istediği konuya göre araştırmaları seçmeye başladık” diyor ve buna hayıflanıyor ya, şimdi inanın durum daha vahim. Dergi dediğimiz şey sonuçta bir akademisyenin yönetiminde ve belli bilimsel kurallar dahilinde yayın yapan bir organdır.

Şimdi araştırmaların büyük bölümü sivil toplum kuruluşları üzerinden fon veren kuruluşların istediği konuya göre yapılıyor. Bu kuruluşları yönetenler akademisyenler olmadığı gibi fon verilmesinde çoğunlukla bilimsel bir kaygı da güdülmüyor. Yönetim tamamen siyasetin elinde ve fonlar siyasi sonuçlar amaçlanarak dağıtılıyor.

Yerli ve yabancı fon veren kuruluşları, fon sağladıkları araştırmaları, araştırmacıları mercek altına alın, demek istediğimi bir bakışta anlayacaksınız.

Son cümlesinde ne diyordu Yıldız Hocahanım, "Türkiye'nin konuları güme gitti böylece."

Yedi yıl sonra, bu tespitte ekleyebileceğimiz tek bir cümle var, hem de kâfiyeli: "Gidiyoruz öylece."   

***

Bu dünya yapıp ettiklerimizin yankılanıp bize döneceği bir dağdır. (Mevlana)