Çocuk denecek yaşlarda izlediğim filmlerde olurdu. Küçücük bir kasaba. Bir tren istasyonu. Kasaba her gün kendini tekrarlıyor. Aynı insanlar, aynı konular, aynı konuşmalar, aynı jestler, aynı mimikler. Kasabanın insan ruhunu zorlayan boğucu aynılığını bozabilecek tek şey olarak haftada bir ya da iki kez gelen, rötar yapmasına alışılmış tren görülüyor. Herkes treni bekliyor. Trenin sesi, trenin düdüğü, trenden inecek bir yolcu, trenle gelecek bir gazete ya da mektup!

***

Yaşı müsait olanlar tespitime katılacaklardır, soğuk savaş yıllarının Türkiye'si de bir bakıma bu kasabalara benzerdi. Her ne kadar tek tük sıra dışı vatandaşlar olsa da, ülke siyasetinde aynı insanlar, gazetelerde aynı tonda, aynı kaynaktan beslenen manşetler, ev oturmalarından kahvehanelere kadar aynı konuşmalar, fakirinde de zengininde de aynı jestler, aynı mimikler. 

Bir devlet politikasıydı bu. Tek tipçilikle suçlanan bir düşmandan korunmak için başka bir tek tipçilik icat edilmişti. Herhalde, düşman ve düşmanla işbirliği içinde olabilecek kandırılmış, beyni yıkanmış, üç-beş kuruşa (nedense bu kuruşlar Türkiye'de hiçbir geçerliliği olmayan düşman parası olurdu!) satılmış ya da tensel haz düşkünlüğünü tatminle aldatılmış gençler(!), tıpkı sözünü ettiğim filmlerdeki gibi ülkedeki boğucu aynılığı bozabilecek tek aktör olarak görülüyordu. Cumhurbaşkanından dağdaki çobanına kadar herkes “bu kış düşman gelecek”i bekliyordu.

***

Sözünü ettiğim filmlerdeki kasabalarda hayat, trenden inen bir soyguncu ile aynılıktan çıkardı, boğuculuk yerini heyecana, daha sonra da dehşete bırakırdı. 

Ülkemizde aynılık beklediğimiz düşmanın değil, bambaşka bir düşünce ve yaşama biçiminin gelmesiyle bozuldu. Bu yeni düşünce ve yaşama biçimini, üç-beş aşırı hariç, herkes alkışlarla karşıladı, hatta en çok alkış toplumun en tutucu kesimi olarak görülen dindarlardan geldi desek yalan olmaz. Çok şükür, o kış-bu kış derken bir türlü gelemeyen düşman gelmemişti ya! 

O düşman asık suratlıydı, bu gelen güler yüzlü. O düşman doğudandı, bu gelen batıdan. O düşman tekilde tek tipleştirmek istiyordu, bu gelen çoğulda. O düşman yoklukta eşitlemek istiyordu, bu gelen varlıkta! 

Vaktaki bu yeni düşünce ve yaşama biçiminin gündemimize getirdiği varlığın gönül dünyamıza etkileri ortaya çıkmaya başladı, ahaliyi de aldı bir huzursuzluk. Bu varlık Yunus'un “Bunca varlık var iken / Gitmez gönül darlığı” dediği cinsten bir varlıktı. Evet, gönlümüz daralmıştı bu varlık arttıkça. Gökdelenlerle, rezidanslarla, AVM'lerle, markalaşan kentlerle, kentsel dönüşümlerle kendini açık eden bu yeni varlık biçimi gönlümüzü daraltmış olmalı ki bunlar arttıkça uyuşturucudan ölümler görülmeye başlamıştı, organ ticareti kavramıyla tanışmıştık, kadına şiddet tavan yapmıştı, çocuk kaçırmalar gündemimize girmişti. Cep telefonlarıyla, internetle, “chat”lerle, “twit”lerle kendini gösteren bu yeni varlık biçimi gönlümüzü daraltmış olmalı ki bunlar arttıkça insanların birbiriyle iletişimi bozulmuş, toplumda kutuplaşma artmış, nefret söylemi almış başını doruklara tırmanmıştı!

Daha da vahimi, eksiğiyle gediğiyle, doğrusuyla yanlışıyla, alternatif bir medeniyet tasavvuru olan, duraksatılmış bu alternatif medeniyetin er ya da geç yeniden hayatiyet kazanacağına inanan kesim, gönül daraltan sözümona varlığın peşine düşmüş, onu ele geçirmiş ve onu kaybetmemek için medeniyet tasavvurundan bile vazgeçecek bir noktaya gelmişti. 

***

Bu nokta ünlü Şeyh-i San'an hikâyesindeki şeyhin domuz çobanlığı yapmaya başladığı noktadır. Biliyorsunuz hikâye mutlu sonla, samimi müritlerin duasının kabul olması sonucunda Şeyh'in tekrar imana gelmesi ve Rum dilberinin İslam'la şereflenmesiyle, biter. 

Demem o ki işaretler kötü, karanlık zifiri! Ancak bizim kitabımızda “yeis” sözüne yer olamaz. Umulur ki aramıza hâlâ, hikâyedeki samimi müritler raddesinde samimi insanlarımız vardır.

***

Bu dünya yapıp ettiklerimizin yankılanıp bize döneceği bir dağdır (Mevlana)