En çok da hasret ehli bilir yolların gelmekten çok gitmek için olduğunu. Bu yüzden belki de gelenlerin gitmek için hazır olan hep bir yolu vardır da gidenlerin dönmek için çıkarı kalmazdı çoğu kez.  

Bu ifadenin şüphesiz ibadetle de bir ilişiği var ki yol ile ikamet hali ayrılır İslam'da.  Yolcunun borçları “Yol Hali” diye bir hüküm başlığı ile sıralanır. Gidiyor olmasının ağırlığından olacak, kolaylık sağlanır seferiye. Oysa yerli olana, bekleyene, yol gözleyene yoktur bu kolaylık. Değil mi ki hasretin de en acısını ikamet ehli olan çeker. Yollar ise unutturmasa da hafifletir. 

Ben, adına “Gece Hikâyesi” deyip, her şeyi ifşa ederek anlatmama rağmen, karanlık ile bir yanını gizlemeye çalıştığım ama yine de bıkıp usanmadan yazdığım bu hikâyenin belki de en zor faslına gelmiştim bu kez. Hasreti çeken Azam'dan daha çok bendim biliyordum. Yolcu olan, yol halince özleyen elbette oydu ama beklemek en lânetlisiydi hallerin. 

II. Balkan Harbinin sona yaklaştığı o humman zamanlarına denk düşüyordu Azam'ın gidişi. Savaşı bitirecek olan o ve onun gibi pek çok başı selametlik yiğit idi. Üstelik Azam'ın sol omzundan yaralanmış olması da onu muaf kılmıyordu. Daha bu diyarlara epeyce bir süre sulhun gelmeyeceğini bilmiyorduk o zamanlar. Bunca yıl sonra bilsek ne değişirdi diye düşünüyorum şimdi. Sonra kanaat getiriyorum ki hiçbir şey değişmez, Azam yine de devam ederdi yürüdüğü yolda seferi olmaya. 

Yaralı halde geldiği geceden sonra ancak onu yazmaya muktedir olan ellerimle saymıştım günleri. Bilmesem de tam vaktini, gideceği vardı. Ve pek yakındı o gün, hissediyordum. Ne cesaret ki fırtınayla boy ölçüşmeye kalkan bir berzah gülü kadar da cüretkârdım. Hem sabra hem de metanete niyetlenmiştim, olacakları en baştan biliyormuş gibi. 

 Azam'ın hangi minvalde olursa olsun süreceği hayata taliptim. Ve ezel meclisinden kalma bir kavil ile ona binlerce sene ve binlerce kez “evet” demiş, olur vermiştim. Bütün yarımları tamamlamış, eksikleri doldurmuştum. Oysa yetememiştim o küçücük ve daha acı çekmeyi bilmeyen halimle. 

Düşünüyorum da bu kelam neden böylesine dönüp dolanıyor ama bir türlü Azam'ın gittiği o lânet vakte gelemiyordum. Yaşamanın en hazin olanını yıllarca boynumda keder künyesi ile taşımışken ben, yazmanın yükünü kaldıramıyordum sanırım. Oysa aşk, lisanın en güzel mecazıydı da, ayrılık yaftasını hiçbir söze ve sanata yakıştıramıyordum.  

Azam'ın geldiği gibi bir akşam vakti, nereden gelmişti yolcu bilmiyorum. Keşiş suratlı bir habercinin getirdiği mektupla kararmıştı hanem. Getirenin de gelen haberin de mahiyetine dair bir bilgeliğim yok iken korkum vardı. Dörde katlanmış sarı renkli kirli yaprağı, ince ve esmer elleriyle açarken Azam, ömrümün bütün tafsilatının, teferruatının yazılı olduğunu düşündüğüm zarftan ölesiye tiksinmiştim. İnce bakışlarıyla kâğıttaki üç satırlık yazıyı okuyup, sonra da aile fertlerinin içinde önce ve zoraki olarak da benimle göz göze gelen Azam'ın ilk kez bakışlarını sevmemiştim. 

Haber ve haberci böyleyken, haber ile muhbir arasındaki eşik böylesine incelmişken ve Azam artık haberdar olmuşken gitmesi gerektiğinden. Hint fakiri bir meczup gibi oturmayı âdet edindiğim abanoz ağacı, sedef işli merdivene dizlerimi kırıp çökmüştüm yine. Ne babamın bütün gelenek yasaklarını çiğneyerek içime düşen ateşi söndürmeye çalışması, ne de annemin benzer bir acıyı yıllar öncesinden yaşamış olmasının tecrübesi yetmemişti bu kasveti dağıtmaya. Fakat işte o vakit anlamıştım ki, benim Azam'a verdiğim sözün, bizim kavlimizin tek bileni biz ve tek kabul edeni iki kişi ile sınırlı değildi. 

O gece ben, odam kör bir zindana dönmüş; yatağım dikenli sarmaşıkların talihsiz yurdu olmuşken. Taş örgü ile ayrılmış olan ve bizi yalnızca bir duvarın yasaklı kıldığı yan odada Azam'ın da uyanık olduğunu biliyorken beklemiştim sabahı. Kalkıp Azam'ın odasına gitmeyi ve son olduğunu bildiğim bu geceyi ona sarılarak geçirmeyi meşrebime sığdıramasam da, bir gece önce Azam'ın başının altında olan, sonra kokusu sinmiş diye benim gizlice aldığım Hint sümbülü işli yastığı koklayarak dalmıştım uykuya. Uyku dediysem bir ölüm öncesi anı değil, sesimin Azam'a kadar bile ulaşamayan ince hıçkırıklara karıştığı o bitkin düşme haliydi kastım olan.  O an belki de tesellim olan tek şey, pek çok kokunun eşsiz tarifesi, gül risalesi gibi satır satır anlatabileceğim Azam'ın kokusuydu. Ama yine de bir benzetme yapılsa onun kokusunu anlatmaya kelamın hükümsüz kalacağını biliyordum. Sadece “gibi” edatına sığınıp peygamber terinden ödünç alınmış olan güle benzetirdim o ıtırını. 

Sabah olduğunda ama henüz güneş doğmadan daha! Bütün ailem ve en çok da Azam; öyle ki Azam da benim ailem. İnceden bir telaşla toplanıvermiştik avluya. Yürürken kayan ayaklarımız, kapı eşiğine çarpan ellerimiz, üzüntüden çok telaşlı olduğumuzun haber verirken, bu telaşın neye olduğunu sorguluyordum. Henüz dün gelmiş bir haberin geç kalmışlık korkusuna mı kapılmıştık ve niye ki ölüme miydi bu gecikmişlik bilemiyordum. Ama Azam yolcu; ben ise kendi hanemin hancısı olmuştum artık, bunu biliyordum. 

En değerli olanın sona bırakıldığı, garip ki sonda kalan değerliden bir türlü vazgeçilemediği o elim çaresizliğe düşmüştü Azam. Annem ile helalleşip babam ile omuzlaşmışken son kez. Ve ninenim bu garip yolcuyla sadece halleşebilmişken ne olduğunu bile anlamadan, geriye kalan tek işteşlik fiili bana düşüyordu sanırım. Azam benimle vedalaşacaktı. Bunlardan başkası ile anlatılamazdı onun gidişi. Bu vedanın en çok da yalnız olması gerektiğini bilen ailem; şükür ki ailem bir anda kaybolmuştu nedense ortadan. Geri dönmeme ihtimalinin kuvvetle muhtemel olan sevdiğimi yolluyordum. Onlarda bilmenin ama bilmezden gelmenin suçlu kabulü ile bırakıyorlardı beni Azam'a. 

Şimdi yazsam ki, artık yorulmuş ellerimle yıllar sonra, oradaki vedayı bir tek bakışlarımız ile ettik, tek kelime söyleyemedik, çünkü lâl olmuştuk desem. Biliyorum ki inanmak zor gelecek. Yazmanın buncasını başarmışken ben, tek kelime etseydi Azam, illa ki yazardım. Oysa konuşmamıştı ve ben de konuşamamıştım. Sadece giderken arkasından bakakalmakla yetinmiştim. Aradan onca zaman geçmiş iken ve o anki yaşımın üç mislini daha eklemişken ömrümün üstüne, yani sona yaklaşmışken, o yola yıllarca her baktığımda aynı his ve tutarlılıkla onu ölene dek bekleyeceğimin sözünü verdiğimi hatırlıyorum. 

Sonra neden, titreyen ayaklarımın gövdemi taşımayacağını anladığımda düşmemek için tutunduğum dalın gül dalı olduğunu, ona tutunan elimle beni eğlese de, kanımı akıtıp canımı yaktığını gördüğümde daha çok inanmıştım, Azamın hububat âlemindeki denginin gül ağacı olduğuna.

Azam, gitmişti de bir daha hiç gelmemişti benim mürdüm goncası gül ile gözcülük ettiğim yoldan. Belki de bu yüzden, son kez olsa da bir kez daha söylüyorum şimdi. En çok da hasret ehli biliyordu, ben biliyordum, yolların gelmekten çok gitmek için olduğunu.