Ecelin mukadder olup, Allah tarafından kula biçilmiş olan ömrünün nihayeti anlamına geldiğini ve bu sonun kazaya ulaşacağı vaktin şaşmayan bir saat ibresi gibi asla değişmeyeceğini öğrenmiştim artık. Çünkü sona yaklaşmıştım. Biliyordum.

Bilmek fiili ecel ile örtüşmese de ve geleceğin tahmini yetisi verilmemiş olsa da insanoğluna. Hissediyordum eksilmiş yanımla.

Titreyen ellerimi umursamadan, masama geçiyorum artık son faslı yazmak için. Ne denli yazsam da vedayı, ona olan özlemişliğimi anlatmadan bitmezdi bu hikâye. Ve belki de yazmamın asıl sebebi olan şey, yazarken azalmak yerine katmerleşen hasretim idi. Yazmazsam en çok hasrete yazık olacaktı.

Azam'ın gittiği ve bir daha geri dönmeyecek olduğundan neredeyse emin olduğum sabah, gül dikeninin yaralamış olduğu parmağımı esirgeyerek odama çıktığımda anlamıştım ki, ömrüm boyunca da benzer bir acıyla kıvranan yüreğimi esirgeyecektim. Acısı hiçbir vakit dinmeyecek olan bir yaranın nasıl korunacağını henüz bilmesem de kadınlığıma verilmiş bir hissiyatla öğrenmiştim, hasrete dayanmanın sabrı bizim fıtratımıza konulmuştu. 

Azam gittikten sonra, günleri ve geceleri saymaktan artık vazgeçmiştim. Ama gecelerin, gündüzlerin iki misli olduğuna ve ben gün dönümünü bir günden daha fazla sürede bitirdiğime, bedenimin azaba yaklaşmış olan bu yaşlı haliyle bile yemin edebilirdim. Yitirecek hiçbir şeyi kalmamış olanlara mahsus bir cesaretle, kurulu olan bütün düzene itiraz edecek hale gelmiştim. Oysa isyanım tüm bu yazgıyla hiç ilgisi olmayan, garip ki suçu da olmayan ailemle sınırlı kalıyordu. Beni de Azam'ı da yaratan yüceliğe ulaşacak diye bir arşın bile yükselmiyordu boyumdan yukarı. Ve biliyordum ki, asıl vuslat saati ecel meclisinde olduğu gibi ahrette yetecekti. Binlerce kez şükür olsundu, sonu olan bir ayrılığın karşılığı olarak, sonsuz bir vuslatı verecek olan Rabbime. 

Onu özlediğim kadar seviyordum, sevgim arttıkça hasretim de artıyordu. Kendi girdaplarıma dolan ve ancak kendime olan bir sürgünlük yaşıyordum. Zaman ve mekâna olan bilincimi yitirmiş yersiz yurtsuz, garip ki zamansız bir bekleyişe dalmıştım.   Beklediğim Azam'dı, gelmesini istediğim Azam. Gelmeyecek olan yine Azam. Ve o, bütün niyetlerimin, bütün ihtimallerimin başkişisi olmuştu. Benim hikâyemin de başkişisiydi.

Her şeyde onu görüyordum demem anlamsız olurdu. Ben her şeyde onu özlüyordum. Akşamın girmesine biraz kalmış olan ikindi vakitlerinde, gecenin sabaha yaklaşan yarısında, bahçedeki ıhlamur ağacı kokusunu salmaya başladığında, bahar gelip, çuha çiçekleri açtığında ve ben dalından Azam'a bir ödünçlük verdiğim fesleğene her baktığımda, onu hiç unutmadığım için hatırladım diyemesem de özlemim bir kez daha artıyordu.

Soğuğa dayanamayıp donmuş olan koca bir gölün, darbe ile çatlamış göğsü gibi çatlamıştı sabrımın taşı. Gök ile yerin derinliği arasında kalan azametten daha büyüğünü tanımamıştım ya, yine de o büyüklükte kalakalmış, gün geçtikçe küçülen bedenimi yer ile gök arasına sığdıramamıştım. Ve en çok da o zaman yazmıştım işte. Kelimelerde, cümlelerde bulmuştum kurtuluşumu. Ancak üç mısraya onu nasıl özlediğimi söyletebildiğimde anlamıştım kadın olduğumu. Şimdi seneler sonra diyebilirdim ki, Azam'dan başka hiç kimseyi sevmedim fakat ona da ulaşamadım. Ben o halde gönlü bakire bir kadın olarak ölecektim.  Yazdıklarım şahitti buna.

Mahşer denilen o korkulası anı, belki de bu yüzden fasılasız olarak bekliyordum ya. Azam'ın karşısına, vicdanım tertemiz olduğu halde başım dik çıkacaktım. Adını şerh ile bin defa, milyon defa yazdım yüreğime. Alnıma yazılmamış olmasının acısını çıkardım. Hasretinin ortaklığını kıldım bahtıma. Nikâhına ortak olamayışımın tesellisiydi bu. Ve Azam, benim adından başka hiçbir şeyini bilmediğim memleketim, yerim, yurdum, efendim olmuştu. Ömrüm yettiğince de içimdeki bu sadıklığa halel getirmeden yaşamıştım.

Ne denli sussam da gizli bir ahit ile dudaklarım ezber edercesine bin kez Azam deyip, milyon kez onu söylemiştim. Böyle aydınlanıyordu içime çökmüş gece. Bütün âlemden maksurelerin gerisinde kalmış bir mahrem gibi saklamıştım kendimi. Ona sakladığım aklımı, fikrimi, bedenimi neden ifşa edeydim ki? 

Yalnızca akşam vakitlerinde, ikindi korkusu geçmişken üzerimden ve herkes uyuduğunda ben geceye uyanmışken çıkıyordum ortaya. O da varlığımla değil kelâmımla; sözümle değil, meramımla oluyordu.  Yanmakta olan bir mum, hokka, kamış, saman kâğıtları şahit; penceremden bakıp el salladığım, Azam'a selam yolladığım yıldızlar şahit, bir tek onu yazıyordum. 

Şimdi yıllar sonra, olmuş ve olabilecek olan yanını kurallarla sabit kıldığım bu hikâyenin içine bir söz olsun yalan katmadan; yalan ne kelime şaibe bile sokmadan tamamlamıştım artık görevimi.  Anlatırken hiç tereddüt etmemiştim de yaşadıklarımdan,  hatırlarken bazen korkuyordum, tüm bu olup bitenler benim vehmimle mi sınırlı kaldı diye. Ancak kahraman bir ağzın birinci kişi tanıklığı ile anlatabileceği, okuyucunun da anlatıcıya bakmadan kendi yüreğiyle anlayabileceği şeylerdi bunlar. Okuyan herkesin beni görmese de, kelamımın yeminlere bedel olan samimiyetine güvenip bana inanacağını umuyordum. Ve artık anlıyorum ki, bu fasıla da yazacak başka cümlem kalmamışken yoruluyorum.

Pencereye yaklaşıp, neredeyse yarım asırlık olan el örgüsü perdeleri aralıyorum. Ay dolunay, gece neredeyse aydınlık. Dışarıda kulakları sağır eden bir sessizlik... Gözlerimi kapatıyorum, tıpkı yıllar önce Azam'ın geldiği gece duyduğum gibi, uzaktan cepheye giden katarların sesini duyuyorum. Sonra gökyüzüne bakıyorum. Işığı diğerlerinden daha heybetli olan Zühre yıldızını arıyorum. Azam'ın yıldızı. Ancak o sonsuz göğe yakışabilecek olan ve azameti ölçüsünce oradan başka yerde parlamayacak olan ışığı ile ruhlar âleminden geriye kalan ödünçlüğünü izliyorum. İşaret parmağımı kaldırıp gök kubbeye değecekmiş gibi oluyorum sonunda. Azam'ın yıldızını buluyorum.

Ölüm haberi bile bana gelmemiş olan, ancak ölmemiş olsaydı kesinlikle gelecek olduğuna inandığım, belki de bu yüzden öldüğüne kanaat getirdiğim, teselli olduğum Azam'a, kulluğumun ileriyi görme yetisiyle değil de hissimle selam yolluyorum. “Geliyorum” diyorum gökte parlayan Zühre yıldızına, geliyorum beni bekle!

Bir sona elim değdiğinde hikâyeyi bitti sayıyorum. Hiç unutmamış olan yanımla, bir kez daha sızlatıyorum Azam'ı hatırlayan yüreğimi. Anlattıklarımın gerçek tarafındaydım, hikâye de olsa asıldaydım. Şimdi cümlelerimin kapısına, bir kez daha tunçtan zincirler asar gibi yazmak istiyorum.  Bu hikâyenin gerçekliği kadar hazinliği vardı.

Dünyada, cehennemin misali olanı bana gösteren, ateşi aşk ile anlatıp beni uyaran, imtihanımı ise kalem ile verip cümle ile ödeten Rabbe, selam olsundu.