Bazen Cumhurbaşkanı Erdoğan’a diktatör diyenlere hak vermek istiyorum. Çünkü sürekli alışılagelmişin dışında gündeme bomba gibi düşecek açıklamalar yapıyor. Ama oturup düşünüyorum acaba ne demek istiyor, burada neyi amaçlıyor gibisinden? Çünkü akıl itidali tavsiye eder, fevri hareket etmeyi, acele karar vermeyi değil.

Son zamanlarda tutturdu“En büyük üzüntüm bu emsalsiz marşın hakiki mânasını yüreklere nakşedecek bir bestenin yapılamamış, bulunamamış olmasıdır”diye. Ne yani bizim yıllardır söylediğimiz Milli Marşımızın bestesinde ne vardı ki? İlk etapta Milli ruhla tepki veriyoruz elbette. Sahi bi ara da okullarda Osmanlıca ders okutulmalı tartışması çıkarmıştı bu adam. Çok kızanlar oldu. ‘’Ne işimiz var Osmanlıca ile, mezar taşlarını mı okuyacağız sanki? ‘’ falan diyenler oldu. Buyurun size İstiklal Marşı›mızın orijinal metni. Okuyabilecek misiniz bakalım.

Konuyla ilgili Gazeteci yazar Murat Bardakçı da tartışmaya ışık tutacak açıklamalarda bulunmuş;

“İstiklâl Marşı’nın değiştirilip değiştirilemeyeceği” tartışması başladı. Bugün bu konu ile ilgili önemli bir belgeyi yayınlıyorum: Cumhuriyet Arşivleri’nde bulunan bu belgeye göre 1924’te Reisicumhur Mustafa Kemal’in ve hükümet üyelerinin imzaları ile çıkartılan bir kararnamede daha önce çok sayıda müzisyenin bestelediği farklı İstiklâl Marşlarının yerine Paris, Viyana yahut Napoli Konservatuvarlarına yeni bir marş sipariş edilmesi düşünülmüş ama kararname bürokrasiye takılmış ve fırsat bulunup uygulanamamış!

Önce, bugün icra edilen ve sözleri Mehmed Akif Ersoy’a, bestesi de Zeki Üngör’e ait olan İstiklâl Marşı hakkındaki şahsî düşüncelerimi yazayım:

– Marş melodi olarak güzeldir, hoştur, sanatlıdır ama nağmeleri alışık olduğumuz mehter gibi askerî musiki örneklerinin aksine “bize” değil, “batıya” aittir ve ihtiva ettiği ses aralıkları bakımından da icrası gayet zordur! Düzgün okunabilmesi ciddî bir musiki eğitimi gerektirir, üstelik üzerine güfte giydirildiğinde tuhaflaşır; söz müziğe, müzik de söze uymaz, birbirini iteler, yani “prozodi” bozuktan öte bir hâle gelir ve “larda yüzen”, “ocak obe”, “raaa helâl” gibi tuhaf ibâreleri haykırmak zorunda kalırsınız.

– Âkif’in şiiri mânâ ve âhenk olarak muhteşemdir; bir milletin istiklâlini elde edebilmek maksadıyla giriştiği mücadelenin maddî ve manevî bütün hissiyatını barındırır, edebî bir abidedir ama “güfte”, yani bestelenmek üzere yazılmış nispeten hafif manzumeler gibi değildir, saltanatlıdır ve ağırdır. Zaten “şiir” ile “güfte ”birbirinden farklı edebî formlardır, her şiir “güfte” özelliklerini taşımaz, bestelenmeye gelmez ve divan edebiyatımızın meşhur ve sanat bakımından önde gelen örneklerinden pek çoğunun bestelenmeyip “şiir” olarak kalmalarının sebebi de budur. Önemli şairlerin, meselâ Mehmed Akif’in yanısıra Necip Fazıl’ın şiirlerinin çoğu ezbere bilinir ama güfte olarak bestelenmiş ve nağmeleri dillerde dolaşan eserleri yok gibidir, zira “güftekâr” yani“şarkı sözü yazarı” değil, “şairdirler!

Şimdi de İstiklâl Marşı’nın kabulü ile ardından yaşananlar hakkında bazı bilgiler vereyim:

– Büyük Millet Meclisi’nin açtığı “millî marş” yarışmasına 724 adet şiir gönderildi ama hiçbiri beğenilmedi ve Mehmed Akif’e rica edilerek yazdırılan “İstiklâl Marşı”, Meclis’in 12 Mart 1921’deki oturumunda “millî marş” kabul edildi.

– Meclis, Akif’in şiirini hemen Türkiye’nin dört bir tarafındaki, hattâ o sırada işgal altında bulunan İstanbul’daki bestekârlara da gönderdi ve şiirin bir anda birbirinden farklı çok sayıda bestesi ortaya çıktı. Bu bestekârlar arasında o sırada “Muzıka-yıHümâyun”un yani İstanbul’daki saray orkestrasının şefi olan ve ileride “Üngör” soyadını alan Osman Zeki Bey de vardı. Ertesi sene orkestrası ile beraber Ankara’ya çağırılan Osman Zeki Bey’in bestesinin resmî törenlerde “millî marş” olarak çalınmasına başlandı.

– Büyük Millet Meclisi, millî marşın belirlenebilmesi için 1923 ilkbaharında İstanbul’da bir beste yarışması açtı ve Maarif Vekâleti 5 Ağustos’ta birinciliği Ali Rıfat Çağatay’ın bestesinin aldığını duyurarak Başbakanlık’tan resmî makamlara bu konuda talimat göndermesini rica etti.

– Ali Rıfat Bey’in eserinin kabulü ile marş kargaşası son bulmadı ve bestekârlar yaşadıkları şehirlerde kendi eserlerini çaldırmaya başladılar. İstanbul’un Asya yakasında ve Batı Anadolu’nun İzmir dışında kalan yerlerinde Ali Rıfat Bey’in Acemaşiran makamındaki bestesi, İstanbul’un Rumeli yakasında Zati Arca’nın eseri çalınıyordu. Edirne’ye Ahmed Yekta Madran, İzmir’e İsmail Zühtü, Ankara’ya ise Osman Zeki Bey hâkimdi…

– 1930’ların başında ise önemli bir değişiklik yapıldı ve “millî marş” olarak Osman Zeki Bey’in, yani Zeki Üngör’ün bestesi çalınır oldu…

Hükümet, marş karmaşasının devam ettiği senelerde o zamana kadar bestelenen eserlerin hiçbirinin “kabul edilebilecek kuvvete ve kudrete sahip olmadıklarını”, yani açıkçası “işe yaramadıklarını” düşünerek bir kararname çıkarttı. 19 Mayıs 1924 tarihli olan, altında Reisicumhur Mustafa Kemal’in ve Başvekil İsmet Paşa ile hükümet üyelerinin imzalarının bulunduğu kararnamede “marşın Türk bestekârlar tarafından yapılmasının arzu edildiği halde bunun olmaması sebebi ile Türkler ’in yanısıra Avrupalı müzisyenlerin de katılacakları yeni bir yarışma açılması, gönderilecek eserlerin Paris, Viyana ve Napoli Konservatuvarlarına yollanıp aralarından üç eserin seçilmesi ve bu üç marştan en hoşa gideninin ‘millî marş’ kabul edilerek bestekârına maddî ödül ile madalya verilmesi” öngörülüyordu.

Bakanlar Kurulu’nun 19 Mayıs 1924’te kabul ettiği, İstiklâl Marşı’nın üç Avrupa konservatuvarı tarafından belirlenmesini öngören ve Mustafa Kemal ile Bakanlar Kurulu üyelerinin imzaladıkları kararname

(Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 30-18-01-1-9-26-12).

Bu bilgi ve belgeleri gördükten sonra oturup tekrar düşünelim isterseniz. Sizce de bi yerlerde arıza yok mu? Bence haddinden fazla var. Tarihimizle koparılan bağımızı yeniden gözden geçirmemiz, yeniden güçlendirmemiz gerek sanki. Hatta işe ilk önce ‘’MİLLİ’’ kelimesinin tam anlamını tekrar gözden geçirerek başlayabiliriz ne dersiniz?

 Selâm ve dua ile