Yıl 1965'ler bir kış günü yer Aksaray'ın bir köyü.  Atmış beş yaşlarında kel, sağır, yaşlı bir adam. Oldukça varlıklı biri tarlası ve köydeki diğer herkesten çok koyunu var. Bütün çocuklarını evlendirmiş, bir sürü torun sahibi olmuş. Tam her şey yolunda derken karısının verem olduğunu öğrenmiş. Doktor da '' Bu hastalık bulaşıcı aman karına yaklaşma demiş'' Durumu da zaten ağırmış. Adam karısına bir başına bakamayacağını anlayınca onu büyük oğlunun yanına göndermiş ki bakılsın, doğru düzgün beslensin, ihtiyaçları giderilsin. Karısı da oğlunun yanına gidince bir başına kalıyor, yaşı da oldukça  ileri olunca yalnız kalmak istemiyor ve yeniden evlenmek için bir eş arıyor kendine. Kendi köyünde ve civar köylerde eş bakınıyor ama bir türlü bulamıyor münasip birini. Sonrasında kendisi de doğu illerinden birinden evlenen bir adam, ona da böyle doğudan bir eş buluna bileceğini söylüyor.  O zamanın uzak mesafeleri için en ideal araç kara tren. Kara trene binip Ardahan'ın yolunu tutuyorlar.(Ardahan sonradan il olmuş  ama o zamanlar Kars olarak geçmekteydi) Kara trenle günlerlerce süren yolculuğun ardından  ulaşılıyor varılmak istenen yere. 

 20 yaşlarında genç bir kadın, yeşil gözlü, ince, uzun, güzel bir Kürt kızı. Daha önce evlenmiş ancak boşanıp babasının evine tekrar gelmiş. Yani bekar, yani dul ,yani artık düğünsüz derneksiz herhangi birine başlık parası karşılığında tekrar verilebilinir. Bir gün kapılarına Anadolu'nun geniş bozkırlarından çıkıp, Doğu Anadolu'nun  sert ve dağlık coğrafyasına varan iki adam gelmiş. Atmış beş yaşındaki adam talip olmuş bu genç kadına. Kimse sormamış kadına  sen de ister misin diye, ki sorsalar da atmış beş yaşında, kel ve sağır bir adamı istemezdi herhalde. Veriyorlar parasını, alıyorlar kadını babasından. Nikah yok, bindiriyorlar kara trene, bu uzaklardan gelen iki yabancının yanında, gönderiliyor, bir daha elli dört yıl boyunca hiç gidemeyeceği baba ocağından. 

Geniş düzlükleri, dağları, tepeleri aşa aşa  geliyorlar sonunda köye, köy yeşillik bir yer, türlü meyve ağaçları, dağlardan gelen tatlı suları var. Küçük bir eve giriyor kadınla adam. Kış günü olmasına rağmen evde soba yok. Toprak ocağın içine taş dolduruyorlar üzerine de saman yığıp yakıyorlar, gece de ısınan taşları alıp ayaklarının altına koyup  yatıyorlar. 

Kadın adamın torunlarıyla yaşıt. Aileden kimsede sevmemiş onu. Çünkü farklıymış biraz, garip konuşuyor garip giyiniyormuş bir de tabi ''analıkmış''. O da zaten alışamamış onlara. Kızgınmış anne babasına onu bu kadar uzak bir yere tek başına gönderdikleri için. Yaşlı, sağır bir adamla ne yapabilir ki yirmilik bir kız. Türlü eziyetler görmüş hem kocasından hem de oğulluklarından. Gelen vurmuş giden vurmuş. Kulağı sağır olmuş, dayaktan dişleri dökülmüş o güzelim yeşil gözlerinin feri gitmiş. 11 tane çocuğu olmuş sadece dördü hayatta kalabilmiş. Kırılmış kadın çok kırılmış, çocukları için katlanmış her şeye. Dört çocuğundan dördüncüsünü de  evlendirdiği günden bir ay sonra, kocasını bırakıp ağabeyinin yanına gitmiş. Yirmi yaşında girdiği evden elli dört yaşında çıkmış ve yeni bir hayata başlarken ilk dişlerini yaptırmış, işitme cihazı taktırmıştı.

Geride kalan adam ise ilerleyen yaşı ve karısının onu terk etmesi ile iyice perişan olmuş ve bir asırlık çınar daha fazla dayanamayıp  ölmüş. Buradaki yaşlı, kel ve sağır adam benim dedemdi. Elli dört yaşından sonra yirmi yaşında kaldığı yerden tekrar hayata başlayan kişiyse anneannem. Biliyorum ki bu ülkede bu hikaye gibi olan hayatı yaşamış bir çok kadın var.

Anneanneme ve diğer bütün kadınlara...