Bozgun, İstanbul'a sokak, cami, meydan ne kadar yer varsa dolduran göçmen yığınları halinde yansır. “Kaba bir örtü ile örtülmüş öküz arabası konvoyu göz alabildiğince uzanıp gidiyordu. Her arabada sandıklar arasında bir saman yığını üzerine kadınlar ve çocuklar uzanmış yatıyorlardı.” (Lauzan, 79).

İstanbul, iniltiler içinde iken, yarısına yıkın nüfusunu teşkil eden Rum, Levanten Yahudi ve Avrupalılar, kendi hayatlarını yaşamaya devam ederler. Hiçbir Rum, dükkânını kapamaz. Hiçbir Levanten, Cafelerini terk etmez. “Hiçbir Avrupalı çay zamanlarındaki valslerinden feragat etmeye razı” olmaz. Elli bin Yunanlı, evlerine kapanarak gizli gizli katliam haberleri yaymaya başlarlar. “Oturdukları ülkenin düştüğü felakete en parlak bir tavırla ve yeni felaket haberleri uydurarak ihanete başladılar. Gülerek şarkı söylüyorlar” (Lauzan, 80, 114).

ÇORLU

Günlerce aç olan asker çaresizdir. “Fiziki dayanıklılığı kalmayan askerlerin moral güçleri” de kalmamıştır. Çorlu, mezbaha halini almıştır (Lauzan, 80).

Bulgarlar, 3 Kasım'da Çorlu'yu, 6 Kasım'da Tekirdağ'ı işgal eder. Hedef Çatalca üstünden Çarigrad'dır (İstanbul). “Osmanlı ordusu kalıntıları, kovalanmadıkları için”, rastgele yönlere yayılırlar. “Kırlarda, ovalarda 100.000 kaçan asker yürüyor, dolaşıyor, 'Ekmek! Ekmek!' diye bağırıyordu. Korkunç kâbus –açlık- kahrediyordu”. Yenilenler, “aç, tok yürümek zorundaydı. IV., I. ve II. Kolordular, sürü manzarasını taşıyordu. Ne amir vardı, ne emir. Askerler silahlarını atmışlardı. Çoğu, o müthiş soğukta, postallarını bile çıkarmıştı, aralıksız sağanak altında yalınayak yürüyordu. Çünkü çamura bulanmış olan postallarının ağırlığını o batak yollarda çekmeye takatleri yoktu. Bütün çevre köy ve kasabaların sakinleri de arabaları, eşyaları, hayvanları ve çocuklarıyla İstanbul'a akın ediyorlardı.. Çorlu istasyonunda üst üste vagonlara yığılmış yaralılar, kaderlerine terk edilmişlerdi. 'Su! Su!' diye inleyenler, can çekişenler ve ölmüş olanlar karmakarışık yatıyorlardı.. Ölenleri arabadan fırlatıp atıyorlardı. Ve yağmur dinmek bilmiyordu.” (Andonyan, 1999, 479-480).

ÇATALCA

Çatalca'ya gelindiğinde birliklerin, normal mevcudunun yarısı kalmıştır. “İnsan ve hayvan ölüleri savaş meydanlarında terk ediliyor, çürüyor; at leşleri hiç gömülmüyor, kurtlanıyordu. Birliklerin çoğu, yarı yarıya dizanteriye tutulmuştu. Bunun ardından kolera baş gösterdi. Osmanlı ordusu bu korkunç hastalığa yakalanmıştı ve kaçan askerler, kolera mikroplarını saça saça gidiyorlardı.” (Andonyan, 1999, 484-485).

Abdullah Paşa geri çağrılır. Nazım Paşa, taze kuvvetlerle Çatalca'yı tahkime çalışır.

Balkan Harbi yıllarında fiilen subay olarak ordu içinde görev yapan Rahmi Apak, “Başıbozuk” dediği gönüllülerin, düşmanla savaşından örnek verir. Onlar, kurşunu ne zaman sıkacağını bilmemektedirler. Birinin elinden silahı alarak, düşman askerini, ayağa kalkıncaya kadar bekleyip, sıçramak için kalkınca ateş etmesini tatbiki gösterir. Bu sıra, biraz ötedeki bir “başıbozuk”un ağzından kurşun girmiş dişlerini kırmıştır. Geriye gidip doktora görünmesini istediği halde asker, gitmez mevzisini tutar. Hüküm şudur: “Elimizde ne kuvvetli bir kumaş, bir malzeme varmış. Bu kahraman insanları derleyip toparlayıp inzibat altında kullanamadık ve bilgisizlik yüzünden Balkan Harbini ve Rumeli'yi kaybettik.” İtiraf çok acıdır: “Biz baştan aşağı, muharebenin ne olduğunu, nasıl yapılacağını bilmiyorduk.” (Apak, 1988, 68-69).

KUMANOVA

Sırplar, savaşa hazırlanmışlardı. 17-50 yaş arasındaki bütün Sırplar zorunlu askerdir. Yaşlara göre sınıflar tasnif edilmiştir. Birinci sınıf (21-31 yaş) asker, her biri 17 bin askerden oluşan beş tümendir. 20 bin topçusu, seri ateş gücüne sahip 1908 tipi Schneider-Creusot'ları vardı. Kendi isteğiyle katılan, Osmanlı vatandaşı Sırplardan, 8.500 kişilik gönüllü ordusu kurmuştur. Toplam dört Sırp ordusundan üçü Makedonya-Arnavutluk, biri Novi Pazar sancağını hedeflemiştir. Osmanlı ordusu, iyi yönetilmeden Kumanova'ya kadar çekilir. 80 bin Osmanlı askeri, 20 kilometre uzunluğunda bir hatta savaşacaktır. 23 Ekim 1912'de başlayan Kumanova Meydan Muharebesi, ilk gün üstünlük sağlanarak devam eder. Fakat kısa süre sonra Osmanlı Batı Ordusunun büyük kısmı tarumar olmuş, kaçmış veya değişik yönlerde geri çekilmiş, kuvvetler arasında irtibat kalmamıştır. Zeki Paşa'nın ordusu, Üsküp'e geçmek için “panik içinde Kumanova İstasyonu'na koşar. “Muzaffer olarak Sırbistan'a gireceğinden emin” Bulunan ordu, “düzensiz bir sel gibi Üsküp sokaklarını” doldurur. “Yaralılar, komutansız kalmış ve açlıktan ölme kertesine gelmiş erler (çoğu iki-üç gündür bir lokma bir şey yememişti), ardı arkası kesilmeyen kafileler halinde geçip” giderler. “Kaçış sırasında 150 topumuz, cephane ve malzeme terk” edilmiş, “kalan az sayıda asker çılgın vaziyette Üsküp'e” varmıştır. 6 bin Osmanlı askeri ölmüş, 4 bin yaralı ve esir düşmüştür. Sırplar da 3 bin ölü ve yaralı vermişlerdir. Yalnız, Bulgarlar Trakya'da ilerlediği için ordunun İstanbul ile bağı kopmuş, Yunan donanması denize hâkim olduğu için destek alamamıştır. Zeki Paşa, bozgunu; geri çekilme emrini alan Redif tümeninin, “derhal bırakıp kaçmaya başlayarak” diğer askerler arasında da “panik” meydana getirip onların da aynı şeyi yapması ile izah eder. Ali Rıza Paşa ise, “Arnavutlar Kumanova'da kitle halinde orduyu terk ederek yenilgimizin başlangıç sebebini oluşturdular” der. Ona göre, Balkanlar'daki dört düşmana böylece beşincisi eklenmiştir (Andonyan, 1999, 318-321, 327, 329, 331-332, 357).

“Prizren Redif Tümeni”, 23 Ekim 1912 tarihinde “başlarındaki komutanları Albay Abdürrezzak Bey ile birlikte ve topluca savunma bölgesini terk etmiş: İpek veya Prizren civarındaki evlerine kaçmıştı. Bunun sonucu, bu kesimdeki durum da birdenbire aleyhimize dönmüştü.” Şu tespit, can yakıcıdır: “Subayların ve eratın disiplinsizliği ve bölgeleri dışına çıkan redif eratının topluca kaçmaları, Kumanova'da, Manastır'da, Geçinli'de, Kırklareli'nde ve Çatalca hattına çekilmede paniğe sebep olmuştu.” (Esenyel, 1995, 164-165).

Artık üç Sırp ordusu, hiçbir engele rastlamadan Vardar kıyılarında birleşip, Üsküp'e saldırabilecektir. Sırp gönüllülerle, çetelere gün doğmuştur.”Civardaki İslâm köylerini talan etmek ve buldukları Müslümanı öldürmekle” meşgul olurlar (Andonyan, 1999, 329).

Kumanova bozgunu, etkisini Üsküp'te hissettirir. 25 Ekim'de, “Arnavut askerlerin disiplinsizliğinden, bezen Osmanlı komutanları direnmeyi denemeden”, Üsküp'ü boşaltırlar. Osmanlı askerinin çekilmesi, şehirde başıbozukların talan ve katliam yapmalarına fırsat vermiştir. Sırplar, şehre girdikten sonra, Üsküp'te kalmak istemeyen Müslümanlar, “varını yoğunu manda ve öküz arabalarına yükleyip yollara” düşer. “Kadınlar ve çok sayıda yalınayak çocuklar”, Sırpların boyunduruğu altına girmemek için, “bu hazin kervanlara katılıp Selânik'e doğru inmeye” çabalarlar. Yollar tekin değildir. Sırplar, tarafından yolda soyulurlar. Soygun yetmez, birçok göçmen katledilir, kadın ve kızlar kaçırılıp tecavüze uğrar, küçük çocuklar boğazlanır. Sırp zulmüne isyan içeren şu satırlar bir Hıristiyan Ermeni'ye aittir: “Göçmenlere korkunç bir vicdansızlık ve merhametsizlikle davrandılar. Bütün Makedonya'da amansız katliamlara giriştiler.” (Andonyan, 1999, 337).

Batı Ordusu Komutanı Ali Rıza Paşa, Anavut Beyi İsa Bolerinaç'a çektiği telgrafta, “Bugüne kadar depolarımızdan 68.000 tüfek aldınız ve daha hiçbir şey yapmadınız. Priştina zapt edilmiş.. Vaatlerinizi tutmadınız. Madem ki düzenli bir savaş veremiyorsunuz, çeteler teşkil edip düşmana saldırmakta acele edin” der (Andonyan, 1999, 330).