Ahmat ağamın dediğine göre o yaz Kör Rüstem ayrı sarmış göçünü, ayrı yerlere gitmiş sırf bunlardan Elif’i uzak tutmak için. Ahmat, gelen gidene sormuş sevdiğini, “Elifim’in göçü hangıra (ne tarafa) doğru gitti” diye ama bir cevap alamamış kimselerden.

“Sen gel içeceğimiz suları

aşk şarabı gadehlerini ben doldurayım”

diye yanık yanık söylüyor.

Biz bu hüzünlü muhabbete devam ederken sanki o davar ve sığır sürüleri de bize uymuş, oracıkta duraklamış, hatta birçoğu da hiç yapmadıklarını yapıp güneşin alnına yatıvermişler dikenlerin arasına.

Ahmat ağam çomağına dayanarak sanki 70’lik bir ihtiyarın yorgun edasıyla yerinden kalktı. Dağlar da Elif’in aşkı da yormuştu, gencecik, çiçeği burnunda Hacı Ahmat’ı….

Yürüyorduk. Öylesine sordum: “Ağam sizin eviniz, yurdunuz yok mu, hep böyle çadırlarda mı yatarsınız?”

“Var Ismayıl gardaş. Olmaz olur mu evimiz yurdumuz Zilifke’de.”

“Ora nire ağam yabancı memleket mi?”

“Yok ağam, neden yabancı olsun! Mersin’in bir yöresi.”

“Haa ben oraları bilmem Ahmat ağa.”

Bana döndü Yörük Ahmat ağam:

“Gardaşlık, senin sığırlar yerine çıkıp yatmışlar. Gayrı ikindiye gadar kalkmazlar, haydı bizim çadıra gidelim, anam ıscak yufka idecekti arasına gaymak goyup yiyelim olmaz mı?”

“Olur, Ahmat ağa olur. Ben de eşirgenecek (gonuşacak) insan arıyorum.”

Ahmat ağa, davarı kaldırıp sürdü çadıra doğru. Yatacakları meşelerin gölgesine doğru yürüdüler. Çadırları 500 metre kadar ileride Yassıtaş’ın güneyinde idi. Çadırdan benim sığır sürüm de pekâlâ görünüyordu. Yani tehlike yoktu. Zaten dağlar boş, zarar görecek ekin bostan da olmazdı. Sadece köye doğru kaçan malları takip etmek yeterliydi.

Çadıra yaklaşınca Ahmat ağam anacığına seslendi, “Ana ana bi misevirim var!”

Adının Hacce olduğunu öğrendiğim Yörük anası “Buyurun buyurun guzum, başım gözüm üstüne” dedi.

Ahmat ağam çadıra daldı ve terlemiş ayağındaki yün çoraplarını asıla asıla çıkardı, kenara attı. Anasının iş yapmak için çadırın orta direğine belinden bağlayıp oynasın diye bıraktığı kız kardeşi Ayşa’yı çözdü, onu biraz öpüp sevdikten sonra “Ana bu yoz sığırı çobanı Ismayıl gardaş, bu dağların sahıbısı. Köyden gendisi. Yeni tanıştık, emme çok sevdim keratayı. Bize gaymak sürülü yufka getir varısa, toz şeker de ek üzerine gözel anam” dedi.

Ardından da gülerek ekledi “Geçennerdeki gibi duz ekivirme içine olur mu anacığım.”

Anası da “Hadi ordan deli oğlan, beni zenklenme (alay etme) yanış bi kerem olur” dedi, hep birlikte gülüştük. Kısa bir sessizlikten sonra ana oğul dertleşmeye devam ettiler:

“Ana bubam nerde?”

“Buban atların örkünü değiştirecek, sulayacak epey zaman oldu gideli, hemen gelir.”

“Gara ciğerim yanıyo ana, biliyon değil mi?

“Biliyom gara Ahmadım biliyom, emme ne yapayım elimden bişşi gelmeyor ay guzum. Öteki gözü de tez zamanda kör olasıca Ürüsdem he deyivermedi şu işe.

Neyse anacığım o mezmur (mecbur) he diyecek, emme ne var ki bizim yüreğimize direk dikecek.”

“Bir sene daha bekleyelim ay guzum.”

“Ana olacağına umudun var mı? İğşallah olsun da seneye de razıyım ben. Zaten bu iş olmazsa Hacı Ahmadın da olmaz anam benim” deyince, ocakta yufka çevirmekte olan ananın tavrı birden değişti.

“O nasıl bi laf Ahmadım, goca Allahım kötülüklerden gorusun seni yiğidim, saçının bir teline on tane Elifi gurban ider senin anan, göynümün sultanı guzum. Neymiş bana bulunmadık Hint gumaşı mı elin çarıklısı. Sen sarıklı goca yiğidimsin, evel Allah’ın izniylen elini sallasan bin çarıklı gelir sana” diyordu.

Sofrayı hazırladı Hacce ana. Evin efendisi Memet ağa da geldi. O sırada çobanların vazgeçilmezi olan elindeki çomağı çadırın köşesine dikti, usuldan selam verdi bize: “Selamaliyküm.”

Biz daha selamı almadan Hacce anaya dönüp “Gine aynı sazı mı çalarsınız anaynan oğlan” diye sertleşince, Hacce kadın kocasına çıkıştı:

“Sen bi sus! Sazı, teli ne garıştırıyon şindi, biz ana oğul hem çalarız hem sööleriz hem de oynarız. Oğlan haklı, esgerliğini bitirdi. Yirmi beşine bastı, haksız mı?”

“Haklı yaa benim dağ gadınım, emme ben ne yapayım beni bir köre esir etti inadıyla. Sen bilin bubam, diyiverse gız mı yok benim yiğit oğluma.”

Ana ciğeri yine alçaktan aldı:

“Ne yapalım evimin beyi, senin oğlun değil mi? Ağaca çıkan, geçinin dala ardılan oğlağı olur sen de az gezmedin benim peşimde eee?”

Baba hafif gülümsedi:

“Tabii emme sen de çok cesur çıkdın değil mi gözel Haccem, kimseye laf düşürmedin.Ah Elif de senin gibi oluvirse de he diyiverse bubasına, inat alimallah. Ayağının basdığı yire altın döşerim gancığın yollarına. Ben Ahmadımın tasalanmasını heç ister miyim, ciğerim yanar yavrıma” dedi.

Neden sonra beni gördü kenarda oturuyorum, “Hele hoş geldin, kim bu deliganlı” dedi.

Hacı Ahmat ağam beni tanıttı babasına:

“Bu gardaş Gilissa köyü sığırlarının yoz çobanı. Adı Ismayıl buba. Böğün tanıştık bu ıssız goca dağlarda, ne yapalım bazı buluşup eşirgeniyoruz (konuşuyoruz)”

“Eyi eyi” dedi Memet ağa. “Ben de bu oğlanı severim. Geçenlerde doru atı gaçırdıydım, bu oğlan dutuverdi, öyle değil mi? Sendin hee” diye de onaylattı.

“Evet emmi bendim” dedim.

“Sağ ol” dedi.

Hacce anaya döndü:

“Garı eyi doyur oğlanların garnını.”

“Tamam herif, sen de otur sana da gaymak serdim, ısıcak yufkaya ayranla yeyin.”

“Tamam garı sağ ol, sen olmasan ne yaparız ölümüzü itler, bağrımızı bitler yir tüketir alimallah”

Ne güzel konuşuyorlardı. Ne muhabbetti ya Rabbi…

O yaz bu göçer aile ile ahbaplığımız hep sürdü. Ben de hiç yağsız, ayransız, yoğurtsuz kalmadım Hacce ananın sayesinde. Zaten evimizde azığıma koyacak süt, yoğurt yoktu daha doğrusu sağınacak, eminecek davar inek yoktu bizde.

Güze doğru onlar göçü sardı, sahile yöneldi. Biz de köye iniş hazırlığı yaptık, ama ne yalan söyleyeyim zor ayrıldık birbirimizden. Sanki aileden biri gibiydim. Bu göçerleri köyün ileri gelen davarcıları, malcıları çok sevmezlerdi, “Malın otuna, suyuna ortak oluyorlar” diye, ama bizim için bir şey fark etmezdi. Ben bazen yalnız olurdum, çoban arkadaşım ya da Ahmat ağam olmazdı. Hacce ana bana seslenirdi: “Ismayıl yalınızsan gel çadırda yat, korkma guzum sığırlara bir şey olmaz, ben gözetirim korkarsın sen.”

Ertesi yıl ben çoban olmamıştım, ama gönlüm o dağlarda idi. Bir gün anacığımdan izin aldım o dağlara gittim. Görüşecektim geldilerse Yörük Gara Memet sülalesiyle. Yoklarsa akşama dönecektim köye. Anam da tanımıştı o cana yakın Hacce anayı. Onun için onlara giderken bana hiç itiraz etmezdi.

Vardım, yine aynı yerdelerdi. Buldum, ama ortalık bir değişik geldi. Dünya güzeli bir gelin abla vardı, Hacce anamın yanında. Yakınlarında da bir ufak çadır daha kurulmuş, oba iki aile olmuştu. Ben Hacce anamın yanına gittim gelin de geldi, Ayşa gız da baya serpilmişti. O da yanımızda ama ben çok utandım, sıkıldım gelin hanımdan. “Hacce ana, Memet emmi yok mu, Hacı Ahmat ağam yok mu?” diye sordum.

“Hacı Ahmat ağan davarda Ismaylım. Memet emmin de görpeleri (oğlak, kuzu) saldı otlatır, nerdeyse gelirler, sıkılma guzum bu sana anlattığımız gelin aban Elif” dedi.

Tecrübeli ana, benim sıkıldığımı anlamıştı. Geline “Elif gızım, sen hadi get gocanı garşıla da barabar gelin” deyip beni rahatlattı. Gitmeden Elif geline “Ismayıl oğluma bir gayfe yapıver gelinim” dedi.

Ben sıkılarak “İstemem, ben Ahmat ağamın yanına doğru gideyim, onu bulurum ben” desem de Hacce ana, bana kahve içirmekte kararlıydı:

“Ne len gelinden mi utandın, hadi hadi sen bu evin oğlusun. Zaten Elif aban seni tanıyor.”

“Nasıl” der gibi hayretle baktım Hacce anaya.

“Nasıl olacak seni her gün anarız ailede, ondan tanır” dedi.

Biz konuşurken çadırın önündeki kızarmakta olan meşe közüne cezve sürülmüştü bile. Az sonra Elif abla saygı ile gayfeyi getirip “Buyur ağam, afiyet olsun” dedi, çıkıp gitti.

O yıllarda çay pek revaçta değildi, ama her evde, her çadırda mutlaka kahve olurdu, tiryakisi çoktu mübareğin. Bizim de töremizde var. Evin genç oğluna yeni gelen gelin, yaşı büyük de olsa ağa derdi. Bu gelenek onlarda da aynıydı.

Elif gelin gitti, ama ben yine de sıkıldım, çadırdan dışarı çıktım. Baktım karşıdan Ahmat ağam sürünün önünde yavaş yavaş geliyor, elindeki kavalı da yanık yanık çalıyordu.

Elifine çalıyordu anlaşılan, keyfi pek yerindeydi. Çadırın doğu tarafından da Mehmet Ağa göründü. İkisi de bir anda beni görüverdiler ve bayağı seğirttiler (koştular):

“O hoş geldin küçük çoban arkadaş” deyip kucakladılar. Artık vakit de geç oluyordu. Yolum da köye kadar bir hayli uzaktı.

“Ben gideceğim ağalarım” dedim. “Olmaz” dediler hep birden.

“Memet ağa, anca giderim” desem de “Yok, bugün bize misevir olacaksın salmayız, gidip gelmemek var gelip görmemek var. Allah gorusun sizler gençsiniz, emme biz ehtiyarladık Ismaylım, salmayız.”

“Hacce ana gideyim ben” diyecektim, “Yok guzum utanma sıkılma Hacı Ahmat ağangil çadırlarında yatarlar, onların evi ayrı. Ben seni yanıcığımda yatırırım, üşütmem, hasta itmem, gorkma. Meryem anandan eyi beslerim seni” dedi ve zorla alıkoydular beni, ama benim sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Ahmat ağamla gece örü (davarın gece otlaması) gütmeye gittik keçileri. Gece yarısına kadar eskilerden ve düğünden konuştuk.

Hacı Ahmat ağam Elif’ini alınca pek gençleşivermişti. Kör Rüstem’in zorlamadan verip vermediğini merak etmiştim. Elif ablamı kolay vermemiş Rüstem. Ahmat ağamın ifadesiyle inatçı keçi gibi çok uğraştırmış. Elif ablamla Ahmat ağam ağız birliği yapınca etrafın baskılarına dayanamamış, vermiş ablamı.

Ertesi sabah erkenden ayrıldık, son görüşmemiz oldu onlarla. Ben o yıldan sonra İzmir’e para kazanmaya gittim. Daha başka büyük şehirlerde çalıştım tam on sene dönmedim köyüme. Onlar o dağlara yine geldiler mi beni anıp sordular mı bilmem, ama ben o hatıraları o muhabbetleri hiç unutamıyorum. Ölenlere Allah’tan rahmet yaşayanlara uzun, sağlıklı ömürler diliyorum.

Bu dağların eski bekçileri süsleri olan Yörükler hep gelsinler, göçerlik devam etsin, Yörük kültürü ölmesin. Yeni yetişen nesillerimiz develeri, keçileri, kervanları kitap sayfalarında, fotoğraflarda değil gözleriyle görsünler.

Bu hatırayı da şu türküyle bitirelim. Elif kızı alan Hacı Ahmat ağamı son gördüğümde şu türküyü çığırıyordu neşeyle:

Oyalı da yazma başında

Oyaları kaşında

Yeter beklettiklerin

Çeşmelerin başında

-

Eğmeli yavrum eğmeli

Fistan yere değmeli

Bir yiğidin sevdiği

Dünyaları değmeli

-

Ben armudu dişledim

Sapını gümüşledim

Sevdiğimin ismini

Mendilime işledim

-

Eğmeli yavrum eğmeli

Fistan yere değmeli

Bir yiğidin sevdiği

Dünyaları değmeli

-

Sürahiyi doldurdum

Baş masaya koydurdum

Uyuyan gözlerini

Öptüm de uyandırdım

-

Eğmeli yavrum eğmeli

Fistan yere değmeli

Bir yiğidin sevdiği

Dünyaları değmeli