Çubuğum yok aman yol üstüne uzatam

Takatim yok, yar yolunu gözetem

Menendim yok aman seni kime benzetem

Ya sen gel buraya ya ben varayım

Çeşmeden testileri ben doldurayım

Ört yarim yazmayı boylu boyunca

Ben saramadım sarsın eller doyunca

Bu yıl meyve çoktur dallar götürmez

Dağlar diken olmuş kervan oturmaz

Buna sevda derler sitem götürmez

Ya sen gel buraya ya ben varayım

Elmas kadehleri ben doldurayım

Altı ay yollarda ağlayıp gezer

Sırma da saçların sallayıp gezer

O güzel bağrımı dağlayıp gezer

Ört yarim yazmayı boylu boyunca

Ben saramadım sarsın eller doyunca

Ateşim yanar da dumanım tütmez

Yarimin hayali gönlümden gitmez

Benim bu derdime derman kâr etmez

Ya sen gel buraya ya ben varayım

Çeşmeden suları ben doldurayım

Oba kalkar, yayla yayla oturur

Kara çadırlara direk vurulur

Yar bekleyen gönül çabuk yorulur

Ya sen gel buraya ya ben varayım

Elmas kadehleri ben doldurayım

Hangi obadasın, hangi eldesin aman

Hangi dikendesin, hangi güldesin

Gönül yanıp arar seni nerelerdesin

Ya sen gel buraya ya ben varayım

Elmas kadehleri ben doldurayım

Yukarda yazmış olduğum türkünün dörtlüklerini nerede, ne zaman duysam tam 63 sene evveline giderim. Mazideki gezdiğim dağları, ağaçları, çektiğim yokluk ve yoksulluk günlerini yani çocukluğumu hatırlarım. Gözlerim buğulanır, boğazım düğümlenir. Yine de bugünkü halime binlerce şükrederim.

Yaşım 12, 13… Köyümün uzak ve yüksek dağlarında yatıp otlayan, yoz sığırı olarak tabir ettiğimiz hayvanlarını birçok çoban arkadaşımla ücretiyle otlatıyorum. Bulunduğum dağlar, Çoşyatağı, Gökbel Gediği, Çoğarap Dağı sırtları… Vakit öğleye yaklaşıyor. Bir davar sürüsü yakınıma gelip gölgelik dağın kayalıklarla sarılı bedenine doğru çekilmekte olan benim otlattığım sığır sürüsüne karışıverdi.

Bu karışma dağlarda çok olağan bir şey değildi. Çünkü genelde davar sürüleri sığırlardan uzak durur, onların çiğnediği otları beğenmez, ayrıca onların boynuz ve tekme darbelerinden çekinirlerdi.

Benim sığır sürüsüne karışan keçilerin de sığırlardan pek farkları yoktu. Hepsi de neredeyse sığırların boylarına yakın erkeçler, seyisler ve kıl keçilerdi. Adeta aygır gibiydiler. Ormanda bulunan meşe ağaçlarına ön ayaklarını dayayıp dalların ince uçlarını dahi yerlerdi. Ben bunları sığırın içinde hayretle seyrederken o gün yanımdaki çoban arkadaşımın yokluğu ve yaşımın da oldukça küçük oluşu bu gizemli ulu ve sarp dağlarda içime ister istemez bir hörf (korku) veriyordu.

Bu keçi sürüsünün Yörük malı olduğunu her hallerinden anlayabiliyordum. Çünkü o yıllarda bizim köy ve civarında böyle iri davar sürüsü yoktu. Bizim oraların malları daha ufak ve tiftik cinsi keçilerdi.

“Bu sürünün çobanı nerededir, bu mallar başıboş mu otluyor?” diye düşünüp etrafı seyrederken şöyle derinden yanık yanık bir ses duydum. Sese doğru kulak verip yaklaştım. O sırada zaten fıtratına uymayan sığır ve davar sürüleri de birbirlerinden ayrılıp ters yönlere doğru otlamaya başlamışlardı. Sese yaklaştıkça, çok yanık içten ve ağlatıcı bir figan şeklinde geldi, söylenişi bana. Gizlice dinledim. İşte yukarıdaki türkünün dörtlüklerini söylüyordu yirmili yaşlarda olan bir Yörük çobanı. Hem bazen ağladığı da oluyordu. Ben bu ahengi hiç bozmadım ve uzaklaşarak çan seslerini derinleştirmekte olan keçi sürüsünü onun tarafına doğru çeviriverdim. Benim sığır sürülerim de her gün geleneksel olarak öğle sıcağında çekildiği dağın eteğindeki gölgeli kayalıklara doğru yönelmişti.

Öğle saati yakındı. O zaman saat ne arar! Bizim gibi çobanlarda zaten olmaz da köyün insanlarında nadiren bulunurdu. İnsanlar güneşin gölge edişinden tahmin ederlerdi vaktin öğle, ikindi ya da akşam olduğunu. Bu tahminlerde tecrübeden olsa gerek, tam çıkardı.

Türkü çığıran Yörük Hacı Ahmat, benim ayak seslerimi duyunca sırtını yaslamış olduğu kayadan doğruldu ve türküye son verdi. Hafifçe yerinden doğrulup bana puslu gözlerle bakarak “Gel çoban dostum, gel” dedi ve ardından ilave etti sözlerine: “Anacığımın azığıma gattığı çökelek sıkmalarını afiyet ile yiyivirelim hunları (şunları)” Çıkardı azığında olanları. Ben Hacı Ahmat’ın samimi ve içten davranışına güvenerek, “Ağa be, o demin yanık yanık çığırdığın türküleri, bir daha çığırıver de dinleyelim, benim çok hoşuma gitti, ne olur” diye rica ettim.

“Olur, ağam olur da aç ayı oynar mı, dil söyler mi? Hu (şu) sıkmaları yiyelim soğna barabar söyleyelim” dedi. Ben de 200 metre kadar uzağımızda dağın böğründen fışkıran su kaynağından torbamdaki çömleğe buz gibi su doldurup geldim. Ağam da sıkmaları hazır etmişti.

Çökelek sıkmalarını iştahla yedik. Buz gibi kaynak suyunu da üzerine içtik. Ahmat ağam belindeki kuşağından çıkardığı pafun tabakasından bir de cıgara doladı. Cebinden bir kese çıkardı. İçerisindeki hilal şeklinde çelik demiri alıp yine yanında taşıdığı keskin sert mermer taşının (düğen dişi) üzerine koyduğu ufak, kav denilen madde ile çeliği taşa sertçe vurunca çıkan cınga, kavı tutuşturdu. Ahmat ağam onu cıgaranın ucuna değdirdi. Hızlıca iki nefes çekti. Duman ağzından bacae dumanı gibi çıkıyordu, ağam da kendine geliyordu. Bana dönüp “Benim davarlar hangırda (nerede)?” diye sordu.

“Ağa şöyle ileriye gettileridi ben onları çevirip geldim, aha şuracıkta yakınımızda otluyorlar” deyip sürüyü gösterdim.

Bana dönüp “Ağam he ya senin adın nedir?”

“Ismayıl”

“Yahu hadi biz yörüğüz de sen ne diye güçcücükden çoban oldun?”

“Valla Ağam, ben mecburi oldum. Babam hasta, kardeşlerim var. 5 kardeşiz anneme yardım etmek, aileme buğday gazanmak için çobanım” dedim.

İçimde hala o yanık türkülerin hevesi vardı. Bir daha üsteledim adının iyice Hacı Ahmat olduğunu ve obalarında dedesine hacı olduğu için Hacı Ahmat dediklerini ve babasının da dedesinin ismini kendisine koyduğunu söyledi. Obada küçüklüğünden beri Hacı Ahmat denirmiş ona.

“Ağa haydi yahu, o türküyü bir daha çığır” diye ısrar ediyorum.

“Tamam, ağam” diyor ve etrafımızda tek tük bulunan yaban armutlarına ve yaban eriklerine bakarak dallarındaki yüklü meyveye işaret edip,

“Bu yıl meyve çoktur dallar götürmez, aman”

diyor.

Çomağını çevrede bulunan büyük bir dikene çarparak,

“Dağlar diken oldu da kervan oturmaz.”

Ne de olsa onlar da göçerdi. Dağın çok dikeni kuraklık habercisi, derler. Onları bu durum rahatsız ederdi. Dikenin bolluğu otun azlığına işaretti. Ardından,

“Buna sevda derler sitem götürmez aman,

Ya sen gel buraya ya ben varayım

Pınardan testileri ben doldurayım”

deyince yine ağlamaya başladı için için.

Besbelli Ahmat ağam sevdalıydı.

Ben de içlendim, dağların ıssızlığı garipleştirir insanı. Bir hoş olmuştum. Kendimi tutamıyor ben de ağlıyordum. Sordum:

“Ahmat ağam, ne diye bu kadar dertleniyorsun?”

“Sorma küçük çoban Ismayıl. Gardaşım, ciğerim derinden kökünden yanıyo, kökünden valla.”

“Neden ağam?”

“Neden olacak, bubam Gara Memet bu sene beni sevdiğim gız Elif’le evereceğidi. Obamızdan Kör Rüstem’in gızı idi Elif. Birbirimize güccükten yangınız, onunla her sene de beraber çıkarız göçe. Bubam Elif’i kör Rüstem’den bana isteyince onun da inadı duttu virmedi gızı.”

“Ee ağa heç mi vermeyecek sana gızı?”

“Bilmem soğnam verecek mi gerçi tam da virmem dimemiş emme, azıcık gıyadalı gapı burakmış. Gardaşım ne yapayım ben geciken aşkı, ağam bizimki bizden gediyor.”

“Ne gediyor ağam, anlamadım hasta filan mı Elif abam?”

“Yok garam yok, gençlik gediyo gençlik”

Elindeki çomağı yere doğru uzatıp başladı içten söylemeye:

“Çubuğum yok, yol üstüne uzatam aman.”

Yerini yönünü belli etmek için çubuğu yola uzatacak kız da o çubuktan bulacak sanki sevdiğinin izini, aklı öyle Ahmat ağamın.

“Takatim yok yollarını gözetem”

Yorulmuş sevdiği Elif kızın aşkından, eli kolu bağlı, dahası takati kalmamış beklemeye.

“Menendim yok seni kime benzetem, aman”

“Obada çok kız var ağam, emme Elif’im bi dene onun heç eşi menendi yok, o ayrı bir gözel” diyor.

Devam ediyor:

“Ya sen gel buraya ya ben varayım.”

(Devam edecek)