Matem ne bülbülün ne gülün

Matem, ruhu dinamitlenen Müslüman Türk’ün.

Akif’im

Vatan aşkı dedim sen abideleştin ruhumda

İstiklal Marşı dedim sen haykırdın ufkumda.

Cihad bayrağını açtım sen dalgalandın yurdumda

Diyar diyar dolaştım senin izin kalmış Anadolu’mda.

Kendisi için yaşamayan, milleti sevinince bayram yapan, felakete düçar olunca kan ağlayan, acılara, ıstıraplara göğüs geren, kahramanlıklara destanlar yazan bir şairdir Mehmet Akif.

Hak için

“Hakkın nâmütenahi adı var en bayı Hak

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak” diyerek, milletinin dünyaya karşı hakkını her halükarda müdafaa eden bir şairdir Mehmet Akif…

Fazileti, insaniyeti, medeniyeti, milli ve dini kutsalları milletin sinesinde sindirdikten sonra Garbın tekniğini olgun ruhların hamlesiyle fethe can feda ederek,

“Alınız ilmini Garbın, alınız sanatını,

Veriniz hem de mesainize son süratini” diye gece gündüz haykıran bir şairdir Mehmet Akif.

İslam’ın ahlak iksirini öyle özümsedi ki, mabed kürsülerinden şöyle seslendi:

Ne irfandır veren ahlaka ulviyet ne vicdandır.

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfi Yezdan’ın

Ne irfanın kalır tesiri katiyyen, ne vicdanın.

Ahlak ve karakter itibariyle bugünkü Müslüman Türk gençliğine ideal bir örnek oldu. Hayatı boyunca hiç kimseye dalkavukluk yapmadı.

“Hayır hayal ile yoktur benim alışverişim,

İnan ki her ne demişsem, görüp de söylemişim” diye özünü sözle duyurdu.

Gerçek münevverler kervanının başında yürüyendi. Kandiline katran değil, iman iksiri konmuş, varlığa onun nuruyla bakmış bir şairdir Mehmet Akif.

Plastik maket durumundaki ilim, irfan yuvalarımıza ışık oldu. Heyhat ki, yarasalar üşüştü körpe dimağlara.

“Yarının ilmi nedir? Halbu ki gayet müthiş

Maddenin kudret-i zerriyesi uğraştığı iş

O yaman kudrete hakim olabilsem diyerek

Sarf edip durmada birçok kafa binlerce emek

Ona yükseldi mi artık değişir sûy-i zemin

Çünkü bir damla kömürden edecekler temin

Öyle milyonla değil, namütenahi kudret.

Medeni cesaretin timsali bir şairdi o.

Zülmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem,

Biri ecdadıma saldırdı mı hatta boğarım

Boğamazsın ki, hiç olmazsa yanımdan kovarım.

Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam

Hele Hak namına haksızlığa ölsem tapamam

Doğduğumdan beri aşığım İstiklale

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale

Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum

Kesilir belki fakat çekmeğe gelmez boynum

Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim

Adam aldırma da geç git diyemem aldırırım

Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.

Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu

İrticanın şu sizin lehçedeki manası bu mu?...

Gericiliğin, yobazlığın amansız düşmanı idi…

“Çalış dedikçe şeriat çalışmadın durdun,

Onun hesabına birçok hurafe uydurdun

Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya

Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya”

Şu kılavuz sözü kıyamet sabahına kadar haykırmak geliyor içimden;

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol”

Mehmet Akif’e göre medeniyetin hakiki kaynağı, ana yurdu doğudur. Ancan ona medeni üstünlüğünü kaybettiren sebepler ise, asırlarca süren sebatsızlık, tembellik ve kendine güvensizliktir. Yoksa İslam dini asla terakkiye mani değildir.

Neden Mehmet Akif?

Sorunun cevabına Hz. Ali’nin bir tavsiyesi ile girelim. Talim ve terbiyesini doğrudan doğruya Allah Rasulü’nden alan Hz. Ali, “Ciğerparenize yalnızca kendi terbiyenizi giydirmeye çalışmayınız. İyice hatırınızda olsun ki, onlar sizin yaşamakta olduğunuz zamandan başka bir zaman için yaratılmışlardır” der.

Mehmet Akif Ersoy da, “Artık maziye karışmış sayılacağımız için, bugün düşüneceğimiz bir şey varsa o da istikbaldir,  yani evlatlarımızdır.”

Düşünüyorum da sekiz yaşımda ezberlediğim birçok ibareyi ancak otuz sene sonra anlayabildiğimi görüyorum. Tabii onbeş yaşımda iken okuduklarımı anlayabilmeye ömrüm müsait olmayacaktır.”

Pek çok kimsenin ümitsizlik içinde kıvrandığı bir sırada “İstiklal Marşı’nı yazarak imanıyla, ferasetiyle, hikmet penceresinden bakarak harbin neticesini resmi sonuçtan çok evvel ilan ettiği halde dönüp de kendisine bir falcıya gösterildiği kadar minnet sana denilmemiştir. Aksine git kumda oyna diye bu memleketten uzaklaştırılmıştır. Tabir caizse kovulmuştur.

O, iman abidesi, o hizmet, himmet fedaisi koca şair, takdir beklemiyordu. O kovulmayı tekdir edilmeyi hiç hak etmemişti. Niceleri ortaya ödül olarak konulan 500 lirayı almak için kaleme sarıldığında o bundan bucak bucak kaçmıştı…

Rabbine yolculuğunda devlet, vefasızlığın en daniskasını göstermiştir. Resmi törene onun İslam aşkı, şerait aşkı, Kur’an aşkı, vatan, millet sevdası engel olmuştur.

Denilir ki, Fatih Sultan Mehmet’ten beri, İstanbul’da kendi eseriyle toprağa verilen tek insandır Mehmet Akif… Hiçbir hizbin, hiçbir teşkilatın eseri olmayan gençlik onu elleri üstünde omuzlara düşürmeden ebedi istirahatgahına taşımıştır.

Gün oldu devran döndü ilerici olarak yaftalanıp sunulan bir kısım gençler silahlı guruplar halinde devleti de yıkmak istediler. İstiklal Marşı’na da düşman oldular. Zaten bunun zemini içten içe hazırlanmıştı. İstiklal Marşı dini duygularla doludur, değişmelidir diye körpe dimağlara fitne soktular.

Bütün bu yapılan yanlışlıklara aymazlıklara vefasızlıklara rağmen ebedi istirahatgahında rahat uyuyabilirsin Akifim… Sana Allah öyle bir nimet vermiş ki, dünyanın dört bir yanında dost-düşman müslim, gayri müslim senin eserini ayakta dinlemektedir.

Biz senin sesine biraz kulak verseydik, bugünkü hale gelir miydik!...

Sen kulaklara altın küpe sözler söyledin, şiirler yazdın. Sen “Memlekete cahilin nasıl faydası yoksa, münevverin de bir hizmeti yok. Biri kafanın, diğeri kalbin karanlığına mahpus, biri kör, biri sağır.

Akifim! Sen hayatında bir defa yanıldın ve:

“Rahmetle anılmak… Ebediyet budur amma sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir” dedin. Bu yanılgı senin tevazundur. Fakat aldanıyorsun. Ölümünden iki sene sonra (1938) burada az önce ciğerlerimizden senin sesin yükseliyordu. Sen mi sessiz yaşadın? Mübarek naaşın Beyazid Camii’ne geldiği zaman seni gözyaşları içinde bağrına basan, tabutunu gufran-ı ilahi gibi Türk bayrağına saran Müslüman – Türk gençliği mi seni bilemedi?...

Seni bilmeyenler, bilmek istemeyenler, senin kutsallarına saygısı olmayan kindarlar hayırla yad edilmiyor ey koca şair!...

Sen yazılarınla birer silah, vaazlarınla birer tank, şiirlerinle birer bomba olup yedi düvelin üzerine gidiyordun. Sen bir Akif değil, binlerce Akif olup, düşmanın üzerine gülle olup, top olup, mermi olup saldırıyordun.

Seni diri görünen ölüler bilmeyebilir ama seni ölü sanılan diriler (şüheda) çok iyi biliyor. Yarın ki şahitlerin onlardır senin.

(Yarın: İstiklal Marşı’nın Yazılma Serüveni)