İnsanların zorlayıcı dış etkenlere karşı koyamaması, hoşgörüsüzlüklerinin dibe vurması, güçlükleri kaldıramaması ve katlanamaması durumuna tahammülsüzlük denir. En ufak kıvılcımda dünyayı ataşe verebilecek hale gelmedir. Hızla bireyselleşip bencilleşen toplumun her kesimine ilmek ilmek sinmiş olan bu durum, sevgi ve saygıyı öldüren en büyük katillerdendir.

Hiç bitmeyen off’lamalar , gülmeyi bilmeyen asık suratlar , agresif desenli ekşimiş yüzler ,yolda kös kös yürümeler, çıt diyene pat demeler, sanki bütün dünyanın yükünü omuzlamışçasına bitkin duruşlar ,tahammülsüz insan ordusunun tipik halleridir. Bu tipler sergiledikleri negatif özellikleri ile herkesten çok kendilerine zarar verirler. Bazen acziyetten bazen de keyfiyetten yaş ilerledikçe tahammülleri daha da azalır.

Sabırsızlık ile tahammülsüzlük çoğu zaman karıştırılır . Oysa ki sabır, insanın başına gelen ve büyük üzüntüler veren musibetlere karşı koyup bunların üstesinden gelme mücadelesidir. İstemediği duruma daha iyi olacağını düşündüklerinden ötürü katlanmaktır. Kimine göre ,çevresinde olup bitenlere ‘’arıza’’ çıkarmadan durabilme becerisidir. Tahammül ise çaresizlik hissi içinde olanlara katlanmaktır. Alternatif bir yolu deneme ihtimalini hesaba kat(a)amadan ‘’elim mahkûm’’ diyerek olanları içe gömmektir. Bu yüzden insan sabırda aydınlığa ,tahammülsüzlükte ise karanlığa daha yakındır .

Tahammülsüzlük ise bir mecburiyetler silsilesinin içinde gösterilen sabrın son noktası ve dayanma katsayısının dibe vurmasıdır. Sevgiyle ters orantılıdır. Kişinin sosyal çevresine karşı dayanıklılığını kaybetmesi durumudur. Her türlü ilişkinin katilidir. Yorgun, stresli ve hayattan bıkmışlık duruşunda daha da depreşen bu hal, patlamaya ramak kalmış dinamitin fitilini ‘’yerinde duruyor mu ?’’ diyerek her an yoklamaktır

Teknolojik gelişmelerin ürünü olan ‘’hız’’sayesinde İnsanlar git gide daha sabırsız hale geldi. Tahammül eşikleri düştü. Toplum elbirliği etmişçesine yıllarca sabrettiklerine bir dakika bile tahammül edemez oldu. Çoğunluk kuyruğundan sallanan kedi gibi her gün birbirini tırmalamaya başladı. Bu da bireysel ve toplumsal ilişkilerde tahribatlara ve ruhsal erozyonlara sebep olmaya başladı. Artan sorumluluklar karşısında kendine zaman ayıramama, sürekli bir mücadele içinde olmanın verdiği yorgunluk , yükselen risk seviyesi, her gün yenisi çıkan fiziksel ve ruhsal sorunlar , havanın bunca kirlenmesi karşısında boğulurcasına nefes alamaz hale geliş tahammüllün sırtını yere getirmede el ele verdi. Sonuçta çoğumuz bir ego savaşında, geri sayımı başlamış füzelere benzedik.

Dokunsan ağlayacak, iğnelesen patlayacak balonları döndük.’’ Hepimiz yola çıka çıka araba kullanmayı öğrendiğimiz halde, yeni araba kullanmaya başlamış birini gördüğümüzde tahammül edemedik, onu sıkıştırarak, korna çalarak taciz ederek daha da stresli bir hale getirdik, öğrenmesine izin vermedik. Yolda bütün haklar bizim olsun istedik, sağa sola geçene, karşıdan karşıya geçene izin vermemek için daha da hızlandık, en ufak hatalarında bağırdık, taciz ettik, küfür ettik, kavga ettik.

Okulda çocuklar öğrenemedikçe biz daha sinirli ve tahammülsüz olduk, onları aşağılayarak kendilerini yetersiz hissettirdik, anlayacakları varsa da stresten aşağılık kompleksinden anlamamalarını sağladık, hiç sorgulamadık acaba ben mi öğretemiyorum, ben mi yetersizim diye. Çünkü bir şeyi çok iyi bilmek karşımızdakine öğretebileceğimiz anlamına gelmiyor, öğretmek bir bilgiyi karşımızdakinin anlayabileceği bir hale dönüştürüp o şekilde anlatmaktır, biz bunu anlayamadık.

Eşimiz, o sevdiğimiz, bütün ömrümüz boyunca beraber yürümeye karar verdiğimiz insanın artık her yaptığı batmaya başladı. O ne yaşıyor, nelere üzülüyor, ne istiyor, ihtiyaçları nedir, iş hayatı çok mu stresli, ben onun için yeterli olabiliyor muyum diye hiç düşünmeden, hep istedik de istedik, sadece bizim isteklerimiz, bizim ihtiyaçlarımız var sandık, hep huzursuz ettik, kavga ettik, bağırdık, çağırdık ‘’(1)

Bireylerin hayata dair kişisel algı ve inançlarının olması gayet doğaldır. Ancak kişi ve grupların öznel algı ve inançlarını, hayat felsefelerini diğerlerine dayatmaya başlaması hem ahlâken hem de hukuken doğal değildir. Dayatmalar da tahammülün dolu havuzuna eklenen son damlalardır. İşte bu dayatmalarını kanunlaştıran, töreleştiren ve kutsallaştıranlar yüzünden de aynı evde, aynı binada hatta aynı ülkede yaşamaya tahammül edemez olduk. Sarı ışıkta geçmeyeni bıçakladık, birine benzettiğimiz kişinin yüzüne baktığımız için ‘’ ne bakıyon hemşeriiim’’ üslupları ile muhatap olduk.

Gelinen noktada bütün bu negatif haller kişileri birbirinden uzaklaştırmakla kalmadı kalın duvarlar da ördürdü. Bu duvarlar ise yaşanan huzursuzluk çağının anıtı oldu.Bu yüzden bu duvarların acilen saygı sabır balyozu ile yıkılması, bencillik saçan tahammülsüzlük çamurundan sıyrılıp gürül gürül akan huzur nehrine girmek gerekir. Çünkü sabrı kuşanmadan debelenmek ve tahammülsüzleşmek, bizi dibe çekmekten başka bir şeye yaramaz . Başımız laht ağacının tahtasına değmeden bunu fark etmeliyiz. Aksi halde sabır tokadının yüzlerde patlayacağı kesindir.