SÜMEYYE ÜMMÜ ibn AMMAR

      Efendim, hatırlayacağınız üzere geçen hafta ki köşemizde İstanbul ve Edirne anılarımızı yazarak, Allah'ın biz insanlara bir lütuf olarak gönderdiği Allah dostlarına yaptığımız ziyaretlerimizi yazarak, himmet dileyecek ne kadar çok büyüğümüz olduğunu hatırlatmak adına bir yazı yazmış, devamını da bir kaç haftaya yazı dizisi olarak yaymak istemiştim.
      Fakat daha önce yayınladığımız İslam'da ilk kadın şehit olan Sümeyye ibni Ammar'ın hayatını, üniversiteli kardeşlerimizin ve takipçimiz olan bazı okurlarımızın isteği üzerine yazı dizimize bir süre ara vererek, bugünkü köşemize bu değerli büyüğümüzün hayatını almak istedim.
              
                               SÜMEYYE ÜMMÜ ibn AMMAR
                                       İslâm'da ilk kadın şehit
                                                            
       Evrenin sahibinin ilâhi emriyle meydana gelen kâinatın, devirler, kavimler ve nihayetinde cihan-ı âlem için tebliğ edilen dinler arasında, ezelden ebede hükmü bakî olan yegâne din, elbette ki İslâmiyet'tir.  
       Gönülden gönüle sızan bu hidâyet güneşi, cümle toplumlar üzerine öylesine bonkörce doğmuş ve şavkını yaymıştır ki, bir müddet sonrada sınırlar ötesine taşarak, hududunu genişletmiştir.
       İşte bu mükemmelliyetle işleyen kâninâtın yaratılmasıyla, yeryüzünü şereflendiren ilk insanoğlu Hz.Adem'den başlayıp, kıyamete değin sürecek olan varoluş teşekkülündeki en müstesnâ dönem ise Fahr-î Kâinat efendimizin ( S.A.V ) şereflendirdiği, Risâlet Yılları'dır.
       Gaye, Hakk'ın davetini yeryüzünün her tarafına sulh içinde ulaştırmaktı, fakat bilhassa İslâmiyet'in Mekke'deki düşmanları, peygamberimizi bu faaliyetten men edebilmek için, O'nunla 13 sene boyunca mücadele ettiler.
       Buna rağmen İslâmiyet güneşinin ışıkları en kesif bulutlardan geçmeye, hidâyete açık gönüllerde parlamaya, kapkaranlık bir delâlet içinde yaşayan bütün çevreleri aydınlatmaya, muvaffak oluyordu.
       Evet İslâmiyet'in yayılışı bir tehdit altındaydı ve peygamber efendimizin işi gerçekten zordu, zira Kureyş'liler O'nu yok edebilmek için sürekli fırsat kolluyorlardı ve her yola başvurabilecek kadar da gözü karaydılar.
       Halbuki bir çok Mekke'li Araplar ise, İslâmiyet'e karşı alaka gösteriyorlar ve bu dine girmek istiyorlardı. Fakat kendilerinden önce müslüman olanların uğradıkları eziyet ve işkenceleri gördükçe de, buna cesaret edemiyorlardı. Hatta, bir çoğu İslâm'ı kabul etmelerine rağmen, bunu gizli tutuyorlardı.
       Fakat buna rağmen İslâmiyet halkası git gide genişliyordu ve Arap yarımadasında sağlam, güçlü bir devlet oluşmaya başlamıştı bile..
       Öyle ki, İslamiyet nezninde kurulan bu devletin gücü, birlik ve beraberliği sağlamasının yanında insanları cezbeden sağlam prensipleriyle de dikkat çekmeye başlamıştı.
       Peygamberimizin nübüvvetiyle yüklendiği ilâhi misyon gereği de, kutlu beyânlarıyla kendisine muazzâm bir teslimiyetle râm olmuş, Yaratıcı'nın varlığına vakıf olmuş ve bu mukâddes beraberliğe gönlünü adamış Sahâbiler, Allah'ü Teâla'nın tüm rahmet ve bereketiyle liyakâtlandırılmış ve hadisi şerifte de müjdelendiği üzere, Onlar ;
     “ Muhammed ümmetinin yolunu aydınlatma ve Allah'ın hidâyetine giden yolda, onlara rehberlik etmede, gökyüzünde parlayıp duran yıldızlara eş olarak gösterilmiştir.” diye tabir edilmiştir.
      Elbette ki bu Saadet Asrı'na eşlik etmiş Sahabeler, Tabiîler ve Tebea Tabiîler olmak üzere, bu kutsî üç nesil içerisindeki Türk'lerin varlığından bahsetmek de, bizim için hem zarûret, hem de gurur vesilesidir.
      Zira dünya coğrafyası üzerinde bu zapt edilemez yayılışın ve iman tufanının içerisinde haşr olan inananlar arasında, takdir edersiniz ki Türk'lerin varlığı da inkâr edilemez bir hakikâttir.
      Dolayısıyla, Türk toplumu için, asırlara tekâbül eden bu hadiseler ve kahramanları da pek tabidir ki, muazzâm bir gurur kaynağı ve araştırdıkça derinleşen bir kültür hazinesidir.
      Bu saklı değerler arasında yer alan Asrı Saadet'deki, gayr-î Arap kavimler başta olmak üzere İran'lılar, Habeşliler gibi daha bir çok kavim veya aileler de, Mekke'ye göç ederek, efendimizin nur-û pak cedlerine sığınmış ve Sahabe olma şerefine nail olmuşlardır.
       İşte bu mertebeye ermiş kimseler arasında, tarihi Orta Asya'dan Mekke yurduna  kadar uzanan köklü geçmişiyle, Türk müslümanlarını, şairin ;
       “ Onlar kâlû belâ !'dan önce dahi, müslümandılar! ” diyerek, övgüyle nicelediği Türk aileleri de vardı.  
       Bu bahtlı Türk ailelerinin başında da, Haris B. Muttalib'in İpek Yolu seyahatinde tanıdığı, himayesine aldığı ve Mekke'ye bizzat yerleştirdiği, kılınç yapmakla meşhur olan Süreyc ailesi gelmektedir.
       Daha sonra yine bu beldeye yerleşmiş Yasir ailesi de, bu hidâyete ermiş sinsilenin öncüsü olmuşlardır.
       Hz.Peygamberin nübüvvetinden önceki yıllarda, Türk yurtlarından hazin bir tecelliyâtla Mekke'ye yerleşen bu iki aile, daha sonra da yüce Nebî'nin ilâhi davetine icabet ederek, müslüman olmuşlardı.
      Kezâ kocası Yasir ile birlikte öz vatanlarından kopup, bu nurlu çatıya sığınan Hz. Sümeyye'de, İslâm âlimlerimizden M. Hamidullah'ın da zikrettiği üzere, kendisi Türk asıllı ilk Sahabiye, olma saadetine erenlerdendi.  
       Büyük İslâm tarihçisi el-Belâzuri'nin kayıtlara aktardığı bilgilere göre, hazin bir geçmişe sahip olan Sümeyye Ana, o devrin adetlerine göre kadınlığın kara yazgısına yenik düşmüş ve bu bahtsızlığın bedelini de fazlasıyla ödemiş, çileli hanımlarımızdandı.
      Cariyelik yönteminin yaygın olduğu o dönemde, elden ele, kimliksiz ve kadınlık onuruna yakışmayacak şekilde, satılarak hayat mücadelesi vermeye çalışan bu güzîde hatun, ne yazık ki hak etmediği muâmelelere marûz bırakılmıştır.
      Aslen, İran'lılarla Türk'lerin bir arada yaşadığı Kesker mıntıkasındaki Zandaverd kasabasından olan Sümeyye Ana'nın, ailesi arasındaki asıl ismi ise, Baminc veya Yamih'dir.
       Cariye olarak hayatını sürdürmeye çalışan Pamuk Hanım'a Sümeyye ismini ise, kendisini satın alan Kevvâ el-Yeşküri, lakâp olarak vermiştir.
       Uzun bir müddet efendisinin yanında kalan Sümeyye hanımı, her ne kadar vasıfsız bir hayatın kurbanı olarak nitelendirsek de, bir süre sonra kader O'nu, belki de hayatının dönüm noktası diyebileceğimiz şekilde Taif'e kadar sürükleyecektir.
       Çünkü sadakâtle bağlı olduğu efendisi Kevvâ el-Yeşküri'nin, Siroz'a benzer bir hastalığa tutulması sebebiyle, O'da efendisiyle beraber Taif'e gelir.  
       Biçare bir halde derdine derman arayan Kevvâ el-Yeşküri ise, Taif'e geldikten sonra zamanın ünlü hekimlerinden Hâris b. Kelde'ye muayene olmaya gider.
       Çok geçmeden de hekim Kelde'nin tedavisiyle şifa bulan Kevvâ el-Yeşküri, kendisini iyileştiren Kelde'ye, mutluluğunun şükrânesi olarak Sümeyye hanımı hediye eder.    
       Tarih kitaplarına hüzünlü ve güçlü kişiliğiyle adını onurla yazdıran Sümeyye hanım için bu devrolunuş, belki de gözyaşıyla sık sık rengini değiştiren, ebrûli bir hayat çizgisinin başlangıcı olacaktır.
       Başkalarının merhametine sunulmuş bu hayat mozayiğinde, evliliğe de yer veren Sümeyye Ana, kendisine kader ortaklığı edecek kişiyi de, üzerinde hak sahibi olan kişiler tespit etmiştir.
       Fakat gıyabında yapılan bu tercih, Sümeyye hanımın yüzünü güldürecek çektiği yalnızlığının acısını, biraz olsun hafifletecektir.
      Çünkü Sümeyye hanımla evlenme saadetine eren bu insan, Türk tarihçisi M. Hamidullah'ın yorumuyla, Yemen asıllı Ammar b.Yasir'di ve Hz. Peygambere yakın sahabelerdendi.
       Bu arada Mekke'ye göç eden Ammar b.Yasir'de, Beni Mahzum kabilesinden Ebû Huzeyfe'nin himayesine girer.
       Sahiplerinin verdiği karar üzerine evlendirilen Hz. Sümeyye ve Ammar b.Yasir, İslâm tarihinde, çetin bir hayat mücadelesine dahil olurlar ve Ammar isminde bir de erkek çocukları olur.
        Resullullâh'ın kutlu davetine icabet eden Sümeyye ve Yasir çifti, bu vesileyle Mekke'de ilk müslüman olan kişilerdi.
       Fakat Sümeyye ve eşinden daha evvel müslümanlığı kabul eden diğer insanlar da,  baskı altında olup, dayanılmaz işkencelere marûz bırakılmaktadırlar.  
        Kureyş'in gözü dönmüş müşriklerinden Ebû Cehil ( cahillerin babası ) ve Mahzûn Oğulları olmak üzere bir çok inkârcı, Resullullâh'a inanmış müslümanlara, dinlerinden vazgeçmeleri ve kendilerine tabî olmaları için, akıl almaz işkenceler yapıyorlardı.
       Yıllarca süren bu inanç suistimâli döneminde büyüyen ve bunca eziyetlere rağmen sağlam bir kişiliğe sahip olan Ammar da, artık anne ve babasına layık bir delikanlı olmuştur.
       Öyle ki, O'da ailesi gibi bu kutsal davada inandıklarından asla taviz vermeyecek kadar, bu yola yüreğini adamıştır.   
       Fakat müslümanlara yapılan işkencelerin sonu gelmiyordu ve Yasir ailesi de ne yazık ki göç eden bir aile olarak, ezilmeye mahkumdular.
       Keza bu garibanlık, merhametten nasibini almamış müşrikler ve Ebu Cehil için, inanılmaz bir fırsattı. Yüreklere ılık ılık sızan İslâmiyet güneşiyle, harikûlâde bir iklime bürünen Mekke'nin, buna rağmen gök kûbbesinde çınlayan acı çığlıklar yürekleri dağlıyor, müslümanlıkla şereflenmiş o aziz insanların feryatları dinmek bilmiyordu.
      Ebu Cehil ve yandaşları öylesine eziyet ediyorlardı ki, ayırt etmeksizin tüm müslümanlara dayanılmaz işkenceler uyguluyorlardı.
      Öyle ki, eşi ve oğlu ile müslüman olma bahtiyarlığına eren Sümeyye Ana'da, maalesef çok ağır işkencelere marûz bırakılmışlardı.
      Hatta Mekke'lilerin tepkisinden uzaklaşmak içinde bu savunmasız aileyi, yine Mekke yakınlarındaki Butha Vadisi'ne götürerek, onlara öyle dayanılmaz işkenceler yapıyorlardı ki, bu mukaddes ailenin acı feryatları Ârş-ı alâyı titretecek kadar, vadinin gök kûbbesine doğru yükseliyordu.
       Dinlerinden vazgeçmeleri için olmadık eziyetler yaptıkları Yasir ailesi, Mekke'nin o kavurucu çöl topraklarında, elleri ve ayakları bağlı bir şekilde inim inim inliyor, ama asla inançlarından taviz vermiyorlardı.
       Öyle ki her canı yanışında Allah'ü Ekber nidalarıyla müşriklere mukabele eden Sümeyye Ana'nın, hâlâ zalimleri şaşkınlığa sevkedecek kadar etkileyici duruşu vardı.
       Diğer taraftan Yasir ailesine yapılan bu zulümden haberdar edilen ve son derece üzülen peygamberimiz ( s.a.v ) de, Butha vadisine giderek, Sümeyye Ana ve ailesinin o yürekler acısı durumlarını bizzat gözleriyle görmüş ve inleyişlerini kulaklarıyla işitmiştir.
      Görüntü dayanılacak gibi değildi ve bu zulmün karşısında metanet ve tahammül kifayet etmiyordu.
      Sahabilerinin çektiği acılar karşısında üzülen ve onların acılarını yüreğinde hisseden yüce Nebî, adeta kahrolurcasına ;
   - Ey Yasir ailesi sabredin ! Size vaat edilen yer, sizin mükafatınız, mutlaka cennettir !. buyurmuşlar ve bedenlerindeki o dayanılmaz acıların mükâfatının da, cennet olacağının müjdesini vererek, teselliye çalışmıştır.
       Daha sonra o mübarek ellerini semaya kaldırarak, ve Râbb'bine yüreğini açan âlemlerin efendisi ;
      - Allah'ım, Yâsir ailesine rahmet ve mağfiret et..diyerek evrenin sahibinden, ıstırap içerisinde kıvranan ümmeti için, merhamet dilemiştir.
      Bu tükenmek bilmeyen eziyetler karşısında, Yasir ailesinin durumuna sinsi bir tebessümle bakan Ebû Cehil, bununla da yetinmeyerek eziyetlerini son noktaya vardırır ve ne yazık ki Sümeyye Ana'nın sevdiceği Hz.Yâsir'i, haince öldürür.
       Bu ayrılığın ardından, yüreğindeki acıyla daha ziyade kıvranan Sümeyye Ana için bu zulüm, çok daha ıstırap vericiydi..
      Yaşadığı her zorluğa katlanan, hor görülen ve adeta bir meta gibi alınıp satılan, ama buna rağmen sadece Türk kadınına mahsus hasletlerle beslenen Sümeyye Ana için, eşi Yâsir'den bu şekilde koparılış, elbette farklı bir yıkım olmuştu.  
      Yaptıkları işkence karşısında sadistçe bir haz duyan Ebû Cehil ise, kocasının cesedine gözyaşlarıyla bakan Sümeyye hanıma dönerek, hâlâ dininden dönmesi için O'na baskı yapıyor ve tehditler savuruyordu.  
       Herkese ve her şeye rağmen inandığı ve muazzam bir şuûrla teslim olduğu bu mukaddes davadan, asla ödün vermeksizin Ebû Cehil'e hayır diyen ve salâbet-î diniyesinden dönmeyen bu mü'mine hanımefendi, azimli ve kararlı tavrını halen muhafaza ediyordu.  
       Ebû Cehil için bu inanılacak gibi değildi, şaşkındı ve bu derece kararlılığı aklı bir türlü almıyordu.
       Kan bürümüş gözlerindeki nefretini zapt edemiyor, şuursuzca Sümeyye Ana'ya öfke saçıyordu, ok yaydan fırlamıştı bir kere ve zalimlerin zalimi daha fazla kendine hakim olamaz ve namertçe bir hamle yaparak, mızrağını havaya kaldırır ve  bu muhterem Türk anasının iman dolu göğsüne, bir hışımla saplayarak, O'nu oracıkta şehit eder.
       Sanki O'nu saran topraklar ağlıyordu, sanki mızrağın yaraladığı göğsünden kan değil nuranî bir feyz pınarı fışkırıyordu ve sanki o güneşin kavurduğu yüzünde, kurtuluşun ve vuslâtın saadeti parlıyordu. !
       Gaddar ve imansız Ebû Cehil tarafından hazin bir şekilde öldürülen Sümeyye Ümmü İbn.Ammar, o nazenin ve cefakâr ruhunu teslim ettiğinde, görünüşte O'nun yaşadıkları ve akîbeti belki de bedbaht bir ömrün nihaîsi gibiydi, oysa O, bu terk-î dünya ile Allah'ü Tealâ'nın yüce Habibi'ni vasıta kılarak müjdelediği üzere, İslâmiyet'te İlk Kadın Şehit mertebesine eren ve cennetle ödüllendirilen, kimselerin zümresine dahil olmuştu.
       Dünyevî kaygılardan ve cefadan şehitliğiyle kurtulan Sümeyye Ana'nın ölüm haberi, Hz. peygamberimiz( s.a.v )e iletildiğinde ise, bu yüce elçi öylesine kederlenir ki, mübarek ellerini semaya kaldırarak, Râbb'inden bu değerli aileye ;
      - Yarabbi, Yâsir ailesinden hiç birisini ateşle azap etme !.diyerek, dua eder.
                                                                                    Allah şefaatlerine nail eylesin..

Kaynakça :
Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Saadet Asrında Türkler-İlk Türk Sahâbe Tabiî ve Tebea Tabiîler s, 82-83-84-85-86.
M.Yusuf Kândehlevî, Hayâtü's-Sahâbe- Hadislerle Peygamber ve Ashâbının Yaşadığı İslâmiyet s, 372-373-374, Çeviren ; Ahmet Meylâni.
Ömer Rıza Doğrul, Büyük İslâm Tarihi Asrı Saadet C 1 s, 170.
İbnü'l-Kesir Üsdü'l-Ğabe IV, S 44, İbn Sa'd Tabakat III. S, 248-252.
Prof Dr. Muhammed Hamidullah, Kur'ân-ı Kerim Tarihi s, 101.
                                                                                                     Allah'a emanet olunuz.