Şimdilerde tam yaylaya çıkma zamanı. Eskisi kadar olmasa da kırsal dağ köylerinde yine davar ve sığır sürüsü olan bazı aileler rahat ve bol katık, yani süt, yağ, peynir ve yoğurt elde edebilmek üzere yaylaya çıkma geleneğini sürdürüyor. Bundan 50-60 yıl önceleri benim köyüm Kilistra’da dağlarımızda en az 40-50 sürü olurdu. Dağlar davarların boğazındaki çanların çınlamasıyla inler, yaz gecelerine ayrı bir ahenk katardı. O yıllarda köyün sığır çobanı olduğum için biliyorum; köyümüzde en az 1200-1500 arasında sığır olurdu. Bilmeyenler için belirtmekte yarar var; büyükbaş hayvanlara sığır denir.

Yayla, yerleşim yerlerinden uzak ve dağların zirvelerinde, suyu bol yeşil vadilerde, yaylım otu bol, sineği kurdu az olan, serin ve soğuk su kaynaklarının bulunduğu yerlerdir. Buralarda dağ-bayır dolarak otun her türlüsünü yiyerek beslenen hayvanların süt kalitesi yüksek olduğu gibi kilogram oranında daha çok da verim sağlanır, böylece yağ ve peynir gibi kışın en önemli katık ürünü bolca elde edilirdi. Hem evinin ekonomisini hem de kış katığını bolca sağlamak isteyenler yaz aylarını, davar sığırlarıyla çıktıkları yaylalarda geçirirdi.

Konya’mızın Yaylacılık yapılan dağ köylerindeki geleneklerden en önemlileri de yaylaya çıkış ve yayladan inişlerdir. Diğer bazı illerde ve hatta Konya’mızın bazı değişik ilçelerinde yaz-kış kalınabilen ve muntazam yapılı evleri olan mezra gibi yerlere de yayla denilmektedir. Bu tip yaylalar bilhassa Obruk yöresinde çok vardır.

Bizim dağ köylerinde ise durum bunun tam tersidir. Bizde yayla demek, köyümüze merkeple veya yaya olarak 3-4 saatte ancak gidilebilen, yüksek dağların başında, oksijenin ve suyun bol olduğu, çiğdem nergis kokularının rüzgâra karışıp ılgıt ılgıt estiği, pınarlarından soğuk sular akan, sadece hayvana bereket değil insana da gençlik ve dinçlik veren, yiğidi güzele, güzeli yiğide yakan yerlerdir. Bizim yayla evlerimiz kuru taştan yapılmış ve iki bölümden oluşan, üstü ağaç ve pardı tabir edilen ince ağaç parçalarıyla yapraklı ağaç dallarıyla örtülmüş, sıvasız; bakınca ilkel ama her birinin içi huzur dolu yerlerdi. Yanında yine taşlarla genişçe çevrilmiş bir davar ağılı yani avlu, bir kenar yerde de aynı usulde yapılmış ve “Oğlaklık” denilen, oğlak-kuzu ağılı olurdu. Bu ağılların bazı kenarlarında önü açık, üstü ahşapla kapatılmış yerler de olurdu ki davar yağmur ve sıcakta davar korunmak için buralara sürülüverirdi.

Yayla ahalisine gelince; genelde evin iki büyüğü, ana-baba veya ebe dede ile çıkılır; bunların yanında erkek ve kız kardeşler de olurdu. Oğlak ve kuzuları gütmesi için de, köyde kalmakla az işe yarayacağı öngörülen bir çocuk ya da torun, oğlan veya kız fark etmeksizin bir çocuk da götürülürdü. Bizim zamanımızda yayla süresi ortalama üç ay olur ve bolca yağ ve peynirle dönerdik. Bizde daha eskiler ise baharla birlikte çıktığı yayladan kış önü dönerdi. Günümüzde yaylak zamanı daha kısa tutuluyor; neden acep?

Yaylaya çıkma zamanı Mayıs sonundan itibaren ile Haziran ayının ortalarına kadar sürerdi. Gündönümünden 10 gün önce veya 10 gün sonra; havaların yağışlı-yağışsız olmasına göre bir ayarlama yapılırdı. Zira bu aylarda ekinler ermeye başlamıştır ama dağ başlarındaki yaylaların otları daha taze ve daha besleyicidir. İşte ona çiçekbaşı derlerdi. Koyunlar, keçiler ve inekler o çiçekli otlardan yedikçe sütleri bol olur, o sütlerden çıkan yağlar ve peynirler de çiçeksi çiçeksi kokardı.

Yaylaya çıkmadan köyde “Yarın büyük yayla çıkacak, yahut Kışla yaylası çıkacak, Musa Bey yaylası çıkacak, Kumralı yaylası çıkacak ” diye ilan edilirdi. Tekke yaylasının çıkış ve iniş işleri İlyasbaba Tekkelilerine ait idi. Köyün yoz sığırları yani sağılmayanları da dağa çıkar ve kendilerine ayrılmış ağıllarında yatardı. Öküz sürüsü o zamanlar çoktu ve onlarla ekin ekilir, tarla sürülürdü. Anlayacağınız çifte koşulurlardı. Öküzler Gedik yatağa, yozlar yani dana ve düveler de Çoş yatağına gider, yaz boyu beş altı çoban nezaretinde dağda kalırdı. Efendim, bahsettiğim yöre isimleri bizim köyümüzün dağlarındaki mevki adlarıdır.

 Yaylaya çıkacak olan davar sürüsü sahipleri orada kullanılacak kap-kacak, turfan, çanak-çömlek, yatak-yorgan gibi ne varsa merkeplere yükleyip iki üç gün evvelden akraba ve eş-dost yardımıyla taşırdı. Yaylaya çıkma izni verildiği gün hanımlar, gelinler eğerli ata biner, yanlarında da eşleri veya evin büyük reisleri olur, böylece görkemli bir şekilde yaylanın yolunu tutarlardı. Giyim kuşamları da en iyi elbiselerden olurdu. O günlük oğlak, kuzu, davar hepsi karışık vaziyette çobanın önünde yol alırdı. Püfür püfür esen yaylada buz gibi sular çam oluklardan akarken meşe ağaçları geceler boyu şarkı mırıldanır gibi hışılardı.

Yaylaya gidilirken de söylenen türküler ve deyişler vardı. Bunlardan birisi şöyle:

Yaylanın yolları bükülür gider,

Zilif ak gerdana dökülür gider,

Sürü göçün önünde sökülür gider.

Havanı, suyunu özleriz yaylam,

Yayla gelini binerde eyerli ata,

Allı giysilerle çok çalımlar sata,

Sürüyle gelir ana ve kaynata,

Evlerin kovuk, suların soğuktur yaylam.

Yolculuğun ilk akşamında yaylaya ulaşılır, hızlıca yerleştikten sonra bulgur pilavı yapılır, yanına ayran çırpılır, yeni sağılmış keçi sütüyle de sofra tamam edilerek akşam yemeği yenirdi. Kalacaklar yerleşirken yolculukta onlara refakat edenler de dönüş yolunda merkeplerine kışlık odun yükleyip köyün yolunu tutardı.

Kalanlar için yayla hayatı başlamıştır. Çoban akşam omzuna kepeneğini alıp sürüyle otlağa çıkar, şayet gece sürü yorulursa münasip bir yerde duraklayıp yatırırdı. Yaz aylarında gece davar gütmeye biz “Örü” derdik. Gece otlaması hayvan için çok faydalıdır. Zira koyun ot seçmez, bulduğunu yerdi. Yorulan sürü bir veya en çok iki saat yatarak dinlendikten sonra bağırcak atarak sürüyü kaldırırdı.

Bilmeyenler için bağırcağın ne olduğu da anlatalım; çoban koyunun birisini başkoyun seçip koluna bağlar. Sürüyü yatırdıktan sonra o da bir kenarda kepeneğinin bürünerek dinlenir. Çoban sürüyü hareketlendirmek istediğinde kolundaki bağı çeker ve başkoyun ayağa fırladığında diğerleri de onu takip ederdi. Bağırcağın bir başka iyiliğine gelince; çoban derin uykuya dalıverirse, başkoyun hareketlendiğinde bağırcak çobanı da çekip uyandırırdı. Sürüde başkoyun olmak da böyle bir şeydir işte. Çoban ve sürü istirahate çekildiğinde onların canı fedakâr koyun köpeklerine emanettir.

Sürülerin yaylada koca meşelerin dibinde yatak denilen yerleri de olur. Sabah yaylımdan dönünce önce oraya yatırılır. Sabah erkenden sıcak yatağından kaldırılan küçük çocuklar da sürünün ufağı oğlak ve kuzu sürüsünü otlatıp getirince ayrı bir yatağa yatırır. Şimdi sıra evin hanımındadır. O elinde bakraçlarla gelip sürüden sütü sağarken çoban uykuya dalmıştır. Sağım sırasında memelerde yavrular için bir miktar süt bırakılır. O anı adeta ezberleyen yavrular hanım bakraçlarla analarının yanından ayrılırken onlar da analarının yanına koşuşturur. Ana sütünü alan kuzular ayrılıp kendi yerine sürülür.

Evin hanımı yemeği hazırlayıp çobanı doyururken gece için de azığını hazır eder. Gün biterken çoban sürüye giderken evin hanımları da evin işine döner.

İki güne bir sütlerin pişirilmesiyle yoğurt yapılır, soğuk sulardan sabah erkenden turfan kurulur. Yaylada elektrik yoktur ama sular çok soğuktur, elini beş dakika suda durduramazsın. Yaz aylarında bir turfandan 6-7 kilo sadeyağı, şehirlilerin deyimiyle tereyağı çıkar. Buz gibi ayran olur kazanlara dökülüp, bekler. Sonra temiz ve özel keseye dökülerek yağlı peynir olur. O gün çobanın yemeği bol sadeyağı sürülmüş ekmek ve yanında soğuk ayrandır. Fakir gibi durduğuna bakmayın pek bir lezzetli olur.

Karnını doyuran çoban uykuya yatarken mırıldanır;

Gece durmaz dolanırım dağları,

Hazır buldum sadeyağla ayranı,

Çok severim hoş kokulu yaylamı,

Gülleri mis kokan yaylalar dağlar.

Sürüyü ağdırdım karşı yamaca,

Nefes verdim elimdeki kavala,

Mest olurum yaylada suya havaya,

Canıma can katan yaylalar dağlar.

Bir de davara tuz verilme işi vardır. Çoban sırtına 25-30 kiloluk tuz çuvalını alıp, tuzla denilen yerdeki geniş ve bir masa üstü gibi düzgün taşların bulunduğu yere yürüdüğünde sürü çoktan ikramı anlamıştır ve çobanın peşine takılır. Meleşerek çobanın peşinden koşar ve tuzlada taşlara serilen tuzu iştahla yalayıp gıdasını alır. Doyan ve tuzdan içi yanan hayvanlar çeşme önlerindeki oluklara koşar. Dağda otlayan bütün davar, sığır ve sair hayvanlara yaz baharda 15 günde bir tuz verilmesi çok önemlidir. Tuz sayesinde hayvanların hem sakatatları sağlamlaşır hem de otlama iştahı yükselir. Bundan dolayı köylerde hayvan sahipleri ve çobanlar sürü tuzlama işine çok önem verir.

Yaylağın hanımı hem süt, yoğurt, yağ işlerini yapar hem de temizlik ve daha nice işlerle uğraşır ama yine de yaylanın verdiği zevkle onun da gönlü şendir, bir şeyler mırıldanır;

Sürülerim gitti dağlar gezmeye,

Yeşil otlar bulup çiğdem yemeye,

Sabaha ablasına bol süt vermeye,

Seni yaşamanın şimdi zamanı yaylam.

Gece çoban dağda kavalını çalar,

Kamıştan çıkan ses bağrımı deler,

Çan sesini duyan kuzular meler,

Kuşlar türkü söyler yaylalar dağlar.

Zaman akıp gider. Zira sayılı gün çabuk tükenir. Mevsim dönerken otlar azalır, köyde bekleyen işler çoğalır. Artık mevsim güze dönmüştür. Yayla inip kış hazırlığı başlamalıdır. Bu merhalede hısım akrabalara yardımlaşmak üzere haber ulaştırılır.

Yayladan inişler çıkışlardan daha muhteşemdir. Eyerli atlar hazırlanır. Yaylayı yaylayan gelin veya yayla hanımı köye dönüşe yakın zamanda dığan tavasında yağlı yayla güdüğü yani tava ekmeği ile taze kaymaktan bolca höşmerim yapmıştır. Sadeyağının lezzeti bir ayrıdır, mis gibi kokar, türüm türüm tüter. Yayla eşyaları merkep ve katırlara yüklenir.

Dönüş için hanımlar, “ağır esvap” denilen milli elbiselerini giyer, başına da al bağlar ki bu kırmızı eşarptır. Üzerine, yöremizde “Hicaz Hönkarı” diye adlandırılan poşusunu bürünüp ata binen yayla hanımları erkekleri kıskandırırcasına at koşturur. Köyün yayla yollarında ve köye girişlerde ellerinde sahanlar ile karşılamaya gelen her kadına ayrı ayrı tabaklarda höşmerim ve bir güdük ikram edilir.

Artık çoban dağdan gelmez, zira sağım bitmiştir. Artık sürü dağda yayılacaktır. Çobana iki günde bir azık yollanır. Hayvanların göğüslerinde biriken sütlerde bir hanım tarafından sağılıp göğsün soğulması sağlanır. Çoban da son güze, yani Kasım ayına kadar dağlarda sürüsünü bulduğu otlaklarda ve etlendirir. Ta ki Koç katımı dedikleri zaman köye iner ve sürüyü bir başka bir ağıla götürür. Koç katımından 5 ay sonra Mart sonudur. Artık koyunlar keçiler 150 gün hamilelik sonunda kuzulamaya başlayacaktır. Sürü çobanı ve delikanlıları bu sırada saya gezmesine çıkarlar. Bundan maksat hem kendileri için köylüden yağ, bulgur, kuru kayısı, kuru üzüm gibi şeyler toplamak hem de döl tutacağını yani oğlak ve kuzuların doğmaya başlayacağını hatırlatmaktır. Gece köy içine çıkarken kollarında çok büyük birer koyun çanı vardır. Kuvvetlice sallayıp çan sesiyle ortalığı inletirler. Saya’nın sözlerini bilen gençlerden birisi, “Heyyyyy” diye seslendikten sonra deyişi sıralar;

Saya saya sallı beyim,

Dört ayağı nallı beyim,

Saya geldi duydunuz mu?

Selam verdi aldınız mı?

Hey yengeler yengeler!

İnci dişli yengeler,

Kalem kaşlı yengeler,

Aya ne kaldı ne kaldı?

Elli günümüz kaldı,

Elli günü geçelim,

Sürüden sağmalı seçelimi

Dürr dedim meledi,

Önüne koydum yaladı,

İlmeğinin beği var, (İlmek atılan başkoyun)

Çömleğinin yağı var, (Böreğinin de denir)

Onu sağan gelin ablaların,

Çangıldaklı çunguldaklı kolu var. (Bilezik)

Elindeki çanı kuvvetlice sallayıp “Haydi bekletmeyin bizi, getirin hediyeleri” diyerek meramını anlatır. Evlerden artık ya biraz sadeyağı ya biraz bulgur ya da bir yiyecek getirilir ki bazen de damdan üzerlerine bir leğen bulaşıklı veya sıcak su serpilir ki sayacılar kaçar ve gülüşmeler olur. Bu da oyunun geleneksel bir cilvesidir.

İlk doğumu yapan koyun ve ya keçi dağda çoban önünde doğum yapmış ise çoban yavru ile ilgilenir onu akşama kadar korur. Akşam kucağında veya torbasında taşıdığı yavruyu sahibine teslim eder. Sürü sahibinin bu sırada çobana verdiği hediyeye Honça denir. Bu sırada söylenen bir deyiş daha vardır;

Yağmur yağar, baharda hava sert eser,

Ana meme vermezse kuzusu küser,

Yavrular analarının ardından meler,

Derelerde coşar bak selimiz bizim.

Ağıllarda artık bahar oldu ağalar,

Açıyor çiğdemimiz gülümüz bizim,

Üçer beşer kuzu oğlak doğuyor işte,

Çoğalıyor koyun keçi sürümüz bizim.

Ağıllarda yavru doğumu tamamlandığında mevsim dönmüş yeni bir yayla hayatı başlamak üzeredir.

(Yazı da geçen manilerin tamamı İsmail Desteliye aittir.)