Yaşar Barışık, belki de soyadından mütevellit kendisiyle olduğu kadar toplumla da barışık bir insan. Silleli’dir ve Sille kültürüne hâkimdir. Almanca öğretmenliği ve okul idareciliği yaparak emekli olduktan sonra Medrese mahallesi muhtarı seçilerek halkın hizmetinde oldu. Tercümanlık yaptığı yıllarda Konya fotoğrafları koleksiyonu oluşturmaya başlayan ve bu konuda kaynak kişilerden biri haline gelen Barışık iki dönemdir de Feritpaşa Mahallesi muhtarlığı yapıyor. Onunla söyleşi yaparken Sille’den, Medrese ve Feritpaşa mahallelerinden, musikiden, hele hele Konya meczuplarından bahsetmek olmazdı.

Sohbetimize sizi tanıyarak başlayalım. Nerede, hangi tarihte doğdunuz?

Konya’nın Selçuklu ilçesine bağlı eski Medrese mahallesinde 1958 yılının 15 Haziran günü dünyaya geldim. Aslen Silleliyiz. Babam o sırada, halkın “Meram Batı Çıktı” dediği Meram altgeçidinin inşaatında, günümüzde halen duran Sille taşlarının işçiliğini yapıyormuş. Düşünün, Babam Mehmet Barışık ile ortağı Ali Bakış o taşları tek tek işleyerek duvarları iki buçuk yılda yapmışlar. Ben doğunca ablalarım inşaata koşarak, müjdeyi vermişler. Haberi duyan babam çekici, malayı atıp eve koşmuş. Üç kızdan sonra ben dünyaya gelmişim. Daha evvel üç abim ve bir ablam vefat edince benim adımı Yaşar koymuşlar. Hatta, “Yaşasın” diye Akyokuş’un altındaki Şıhhasan Tübesine götürmüşler ve orada babam horoz kesip, yoldan geçen bir köylüye vermiş. Göbek ismim de Hasan olmuş ama resmiyete yazdırılmamış.

Medrese mahallesi demişken… Çok eskiden Medrese otobüsleri vardı, Nalçacı’dan dolanıp, şimdi Dedeman Otelin olduğu, Asfalt Şantiyesi bölgesinden Sille’ye doğru giderdi. O hat günümüzde halen, Kumköprü-Medrese olarak devam ediyor. İnsanlar Medreseyi merak ederdi. Medrese ismi nereden geliyor?

Ortada medrese görünmüyor ama ismi vardı, değil mi? Nalçacı, Beşyol, Hastane Caddesi ve Musalla arası eskiden Medrese mahallesiydi. Hatta Konya’nın en eski mahallelerinden, Selçuklu bakiyesidir. Medrese ismini, Musalla Mezarlığında bulunan Gömeç Hatun Medresesinden almıştır. Günümüzde Türbesi var ama Medrese yıkılmış. Mahallemizin tarihini epeyce araştırdığım biliyorum. Hatta, araştırmalarım sırasında, Doğanlar mahallesi ile ilgili bilgiler de karşıma çıktı. Tarih kayıtlarında Doğanlar’ın ismi Carcaranlar ve Cırcırlar olarak geçiyor. Burada meskun olan vatandaşların Gagauz Türkü oldukları da yazılıdır.

Eğitim hayatınızı hangi okullar da tamamladınız?

Şu an Nesrin-Ayşegül kardeşler İlkokulunun yerinde eskiden Cumhuriyet İlkokulu vardı. İlkokulu orada okudum. Karma Ortaokulundan mezun olduktan sonra da Kayalıpark’ın karşısındaki eski Mekteb-i Sanayi binasındaki Karatay Lisesinde okudum. Biz o binadaki okulun son mezunlarıyız. Mezun olduğumuz yıl siyasi olaylarda yakıldığı söylendi ama restore edilmesi için yakıldığı söylentisi daha güçlüydü. Binanın üzerinde Selçukludan kalma çiniler vardı. Bunlar restorasyon sırasında kayboldu. Yüksek tahsili de Selçuk Üniversitesi Almanca bölümünde bitirip Almanca öğretmeni oldum.

Görev yerlerinizden bahseder misiniz?

1980 yılında Muş Lisesinde göreve başladım. Şu anki Konya Valimiz Vahdettin Özkan ilk öğrencilerimden biridir. Vali bey Konya’ya tayin olduktan sonra muhtarlık binamızda ziyaretimize gelerek bizi onore etti.

Mş’ta üç yıl görev yaptıktan sonra Karaman Endüstri Meslek Lisesine tayin oldum. Burada iki yıl görev yaptıktan sonra 22 yıl çalışıp emekli olduğum Meram Teknik Lise ve Endüstri Meslek Lisesine tayinim çıktı.

İdareciliğe geçişiniz nasıl oldu?

Almanca ve Fransızca dilleri 1990’lı yıllardan itibaren okullarda okutulmadığı için bizim meslekteki öğretmenlerin pek çoğu ihtisasında boşta kaldı. Ben de o tarihlerde müdür yardımcısı oldum. Başmuavin arkadaşımız emekli olunca da 2002 yılıda ben başmuavin olarak görevlendirildim. Uzun yıllar pek çok öğrenci yetiştirdik, sonraki yıllarda idari görevler üstlendik ve yorulduk. Bu sebeple, çok sevdiğim okulumdan 2007 yılında emekli olarak ayrıldım. Yoruldum; çünkü bizim okulun ders programları normal liselerin yirmi çeşidine bedeldir. Altı değişik okul tek müdürlük ve idareciliğe bağlıydı. 22 bölümüz, 876 çeşit dersimiz vardı.

Öğretmenlikten kopmak zor olmadı mı?

Boşluğa düşme hissi yaşamadım. Çünkü bir dershaneden müdürlük teklifi almıştım. Kabul edip orada bir yıla yakın görev yaptım.

Kıdemli muhtarlık serüveninin ne zaman ve nasıl başladı?

Dershanede çalışırken 2009 da komşularımızdan, mahalle halkımızdan muhtar adayı olmam için çok teklif geldi. O zaman mahallemizin adı henüz değiştirilmemişti. 2009 seçimlerinde büyük bir destek ile Medrese Mahallesi muhtarı seçildim. Bu sebeple dershanedeki görevimden de ayrıldım. Halkımız hizmetlerimizden memnun olmalı ki 2014 ve 2019 seçimlerinde de hem aday olmamız konusunda ısrarlı oldular hem de sandıkta verdikleri destekle üç dönem muhtarlık yapmamızı sağladılar. Bugünlerde dördüncü dönemin hazırlığındayız.

Medrese mahallesinin ismi neden değiştirildi?

2014 yılında Selçuklu ilçesinde 38 mahallenin bileştirilmesi kararı alındı. Medrese mahallesi de Feritpaşa ve Yenişehir ile birleştirildi. Bu birleşim sırasında biz, Medrese isminin Selçuklu bakiyesi olduğunu ve tarihi emanetin muhafaza edilmesi için üç mahallenin Medrese ismiyle birleştirilmesini talep ettik. Fakat, Feritpaşa muhitinden daha güçlü talepler gitmiş olmalı ki, tarihi Medrese ismi nostaljiye tevdi olundu.

Üç mahallenin birleştirildiği seçimi kazanmak için ya o potansiyeli yüksek bölgenin adayı olmak ya da diğer muhitlerden de güçlü destek almak gerekir. Eski Feritpaşa cenahının oylarını nasıl elde ettiniz?

Büyük bir lütuf, desem kâfidir zannederim. O seçimde bizim mahallenin seçmen varlığı, birleşitiğimiz diğer mahallelerden epeyce gerideydi ve matematik hesabıyla benim kazanmam pek mümkün görünmüyordu. Postacılar seçmen kağıtlarını dağıtıp bitirdi. Artık son dönemeçteydik. Seçimden önceki Cuma günü camiden muhtarlık binasına geldik. Ortalık kalabalık, aza adaylarımız, seçimde çalışan arkadaşlarımız vardı. Hiç tanımadığım, meczup görünümlü, uzun boylu bir zat geldi ve masanın yanında oturan kişiye, “Senin vaktin doldu” diyerek kaldırdı. Oturduktan sonra masadaki kalemi eline alıp parmakları arasında çevirerek, “Korkma, Allah var, Allah büyük” diye tekrarladı. Yarım saat sonra kalkıp ayakta beni kucakladı, sırtımı sıvazlarken yine, “Allah var, Allah bir, korkma” dedi.

Kapıdan çıktıktan sona geri gelip elindeki boş poşeti, “Burada dursun” diye bana emanet etmek istedi. Ben, “İki gün sonra seçim var, burada duracağım belli değil, kaybolur” deyince, “Sen buradasın, buradasın, buradasın” diye üç defa tekrarlayarak gitti. Emaneti çekmeceye koyu arkasından koştum ama kapıdan çıktığımda sen sağda ne solda adamı göremedim. Sanki kuş olup uçmuştu. O poşeti de, elinde çevirdiği kalemi de halâ muhafaza ederim.

O gün Recep Tayyip Erdoğan’ın Konya mitingi vardı. Ben adama, nereye gideceksin?” diye de sordum. “Mitinge” dedi. Sonra, “Tayyip gelecek ama gelmeyecek” diye söylendi. “Nasıl?” dedim. “Hem gelecek hem gelmeyecek” diye karşılık verdi. Duyurular yapılmıştı, Sayın Cumhurbaşkanı konuşacaktı ama meçhul misafirim, “Hem gelecek hem gelmeyecek” diyordu. Dediği gibi, Tayyip Bey o gün Konya havaalanına kadar gelmesine rağmen sesi aşırı derecede kısıldığı için mitinge katılmayıp istirahat ettirilmiş, onun yerine Ahmet Davutoğlu konuşmuştu. Yani meçhul adamın dediği gibi Tayyip Bey Konya’ya geldi ama kürsüye çıkmadığı için gelmemiş gibi oldu.

Anlattığınız hadise, sizin Konya meczubanıyla olan gönül bağınızı hatırlattı. Bu özel şahsiyetlerle alâkanız bu hadiseden sonra mı gelişti.

Ben onlara “Konya’nın gülleri” diyorum. Hakikaten çok özel insanalardır. Onlarla ilgim çocukluk yıllarıma dayanır. Silleli İsmail Ağa ile aynı muhitte otururduk ve haşir neşirdik. O normal insanların “Deli” olarak gördüğü, gerçekte ise Allah dostudur, velidir. Size çok daha özel bir bilgi vereyim; İsmail Ağa, Lâdikli Ahmet Ağamızın manevi ordusunda Yüzbaşı rütbesindedir.

Onların var böyle rütbeleri de mi var?

Evet, onların manevi rütbeleri vardır. Mesela Parsanalı Mustafa amca Lâdikli Ahmet ağanın manevi ordusunda General rütbesindedir. Konya dışından gelen bir zat Hüseyin Pekyatırmacın’nın ziyaretine gitmiş. Sohbet ederlerken Konya’nın güllerinden konu açılmış. Misafir, Hüseyin abiye, “İhvanım, Manevi âlemde Konya’nın Generali kimdir?” diye sorunca Hüseyin abi, “Sen daha hamsın, pişmemişsin. Karşındaki zatı göremiyorsan ayıp” diyerek, Mustafa amcanın olduğu yeri işaret etmiş. Diğerlerinin rütbeleri Parsanalı Mustafa Amca’dan ve Silleli İsmail Ağadan aşağıdaydı.  Ali Apaydın ve Bozkırlı Şişman Hasan ağa (Celep) vefat ettiklerinde, “Şıhımızın yanına gömün” diye vasiyet etmişlerdi de İsmail ağanın yanına defnedildiler. Günümüzde ise; Tahir Hocaefendi’nin, “Manevi evladım” dediği Silleli Haydar Konya’nın manevi Valisidir.

Konya’nın güllerine dair hatıralarınızdan bahseder misiniz?

Benim yaşadıklarım var tabi ama şimdilik bende kalsın. Ama size birkaç tanesinden bahsedeyim. Silleli bir kamyoncu abimiz her sabah, o yıllarda Beşyol’da bulunan kahveci Mehmet Emin’in yanına uğrar, ondan sonra Silleli İsmail ağa gelir, onun çayını ısmarlardı. Bir gün kamyon şoförü abimiz uyandığında cebinde beş kuruş yoktur. Oysa o gün ödemesi gereken iki senedi vardır ve kamyonda da mazot yoktur. Hatta kahveye geldiğinde İsmail ağaya ısmarlayacağı çayın parası dahi yoktur. Fakat âdeti üzere yine de gelir. Hikmete bakın ki, İsmail ağa o gün kamyon şoföründen önce gelmiştir. Şoför içeri girince ismail ağa, “Mehmet Emin, bugün çaylar benden” diye seslenir. Mehmet Emin çayları doldururken İsmail ağa cebinden bir miktar para çıkarıp sessizce şoförün cebine bırakır ve “Git, bununa arabana mazot al, çalış kazan, yarın paramı isterim haa” der.

Rahmetli abimiz o parayla kamyonun deposunu doldurup işe çıkar. Bu olayı anlatırken, “O gün Allah bana bir iş verdi ki, ödeyeceğim iki senedin parasını, mazotun parasını, İsmail ağanın parasını kazandığım gibi çok da kâr ettim” derdi. Ertesi gün çay ocağına gidip, senet ve mazot paralarından kalan paranın hepsini İsmail ağanın eline vermiş ama o içinden sadece verdiği kadarını alıp gerisini sadece iade etmiş. Şoförün beş parasız kaldığından, senetli borcu olduğundan, abasına mazot alamadığından İsmail ağanın nasıl haberi oldu, değil mi?

Bir başka olay… Silleli İsmail ağa 1987 yılında kaza yaptı, ayakları kırıldı. Bir şoför çarptıktan sonra, belki de korkuyla kaçmış. İsmail ağa ambulansla hastaneye getirildikten sonra polis yanına gelip, kazanın nasıl olduğunu, kendisine çarpan arabayı görüp görmediğini sorunca, gülümseyip, “Beş yahut üç dakikası var, az sonra buraya gelecek o adam” demiş. Hakikaten, Biraz sonra gelen ambulanstan indirilen yaralı, acil serviste İsmail ağanın yanındaki sedyeye yatırılmış. İsmail ağa belini doğrultup, o yaralıya, “Bana çarpıp niye kaçtın. Durup yardım etseydin de başına bu kaza gelmeseydi olmaz mıydı?” demiş. Meğer İsmail ağaya çarpan araç yolda takla atıp devrilmiş ve şoför yaralanmış ve İsmail ağa, manevi hal ile o kazadan haberdar olmuş.  İsmail ağa hastanede yattığı o günlerde Türkiye’nin dört bir yanından, kimi onların halinde olan, kimi gönül ehli pek çok insan akın akın ziyaretine geldi. Bırakın sosyal medya haberleşmesini, telefon imkânlarının dâhi kısıtlı olduğu o zaman bu insanlar İsmail ağanın hastanede tedavi gördüğünü nasıl haber aldı?

İsmail ağa 1995 yılında, Çamlıca pastanesinin orada sabah saatlerinde, Abdullah Civelek’i yanına çağırıp, “Ciğerim yanıyor, bana buz gibi bir su al” demiş. O da büyük bir litrelik su alıp vermiş ve onu içmiş. O fotoğrafı da meşhur oldu. Sonra ikindiye doğru, civarda görev yapan polislerden tanıdığı birini çağırıp, “Yarım saat sonra gel beni kontrol et” demiş. Bu sözü tutan polis memuru yarım saat sonra geldiğinde İsmail ağayı son nefesini vermiş olarak görmüş.

DEVAM EDECEK

Kaynak: MUSTAFA GÜDEN