Şiirde,...

Abone Ol

Şiirde, Mümtazlık da Üstün Şair. Mehmet Âkif Ersoy

Dünyada kaç kişinin yazdığı bir şiir Devlet marşı olarak okunurken, içtenli, gurur ve kahramanlık akseden ses gürlüğü içinde okunabilmektedir.

“Her Milletin kendine göre Marş'ı vardır”diyeceksiniz ama dikkat ederek dinlediniz mi?

Onların marşları okunurken mana ve okuyuşlarında aynı haz ve kükreme var mı? Yoksa sadece Resmî bir hava içinde Marş olarak mı okunmakta?

Ender hem de yok denecek kadar ender bir şair olmakla kalmıyor. Aşağıda belirteceğimiz gibi maddiyata kıymet vermeden yoksulluk içinde ayrıca resmen kovulma ile karşılaşsa bile sessiz mütevazılık içinde yaşam veren değerli bir insan.

Çoğumuz sadece İstiklal marşı ile beraber anarız onu hâlbuki sadece onunla değil bütün şiirleri birer üstün eser olması yanında hayatı da örnek olacak bir yaşam içinde bulunduğunu çoğumuz bilmemekteyiz.

Böylece onu istiklal marşı yıl dönümü haricinde mesela şairliği ona asla ulaşamayanların şairler gününde adını bile anmamaya özen gösteririz.

***

Ama Şair olmuş fakat devletini milletini, anlayamayıp vatanı yerine başka mecralara kendini adamışlara, “Benim vatanım Rusya'dır” diyebilen Lenin'i övgü ile göklere çıkaran kimse için, sık sık anma yazıları, gün ve tören tertipleyenleri avuçlarımızı patlatarak destekleriz.

***

Bilhassa kahramanlık ve manevi değerler içindeki yaşamı anlatıp özdeyişleri ile şiire sığdıran eşsiz şair Mehmet Âkif bazı tarihçileriniddiasının aksine Sultaniye- Bayramiç de değil, İstanbul'un Sarıgüzel semtinde 1873 yılında dünyaya açmış gözlerini.

750 kuruşluk maaşla memuriyete başlayan şairin memuriyeti on yıl sürer bu arada Üniversitede edebiyat dersleri de verir.

Haksızlığa hürriyet gaspçılığına daima karşı olan bir ruhla yaşayan şair kendine değil müdürüne yapılan haksızlığı protesto için Halkalıda ki öğretmenliğinden ayrılır.

1914 ve 1915 yıllarında Mısır'a giderek orada öğretim üyeliği de yapan Rahmetli Akif, görevli olarak Berlin'e gönderilir. Daha sonra Necid'e geçer.

1.Dünya savaşında uğradığımız acı mağlubiyet ve l918'de imzalanan Mondros Mütarekesi, aziz milletimizi yanında Akif de derinden yaralamıştır. Şiirinde de belirttiği gibi “Ezelden beridir hür yaşamış..” dediği gibi esaret nedir bilmeyen Türk milletinin bu kahredici şartlar karşısında eli kolu bağlanmış vatanın parçalanmasını seyretmek zorunda kalışı görüntüsünde olması, onun yaratılışına ve vatanperverlik duygularına  ters düşer.

Anadolu'da kurtuluş mücadelesi meşalesinin ateşlenmesiyle Âkif de heyecanlanmış kurtuluş canlılığı vermiş olmalı ki! İlkönce millî mücadelenin mânâ ve önemi üzerinde durduğu yer olarak Balıkesir'e koşar. Orada yaptığı konuşmalar ve verdiği vaazlarda halkı Millî mücadeleye katılmaya çağırarak, vatan müdafaasının ve cihadın önemini anlatmaya çalışır.

Daha sonra Kastamonu'da aynı heyecanla kurtuluş için çalışırken millî heyecanın şahlanmasında büyük emekleri geçer.

l920 yılı Mayıs'ında Ankara'ya gelir. Âkif'i Kurtuluş çabaları olarak Konya'ya görevli olarak gönderilir. Burada, millî mücadele konusunda aydınlatıcı konuşmalar yapar ve sonra tekrar Kastamonu'ya geçer.

Daha sonra Ankara'ya dönen Âkif, orada ki Tâceddin Dergâhı'na yerleşir.

Kendisinin çalışmalarıyla Burdur milletvekili olan ve bu sıfatla devam ederken 1921 yılında hiçbir şairin ulaşamadığı yarışmada yazdığı şiir kendisi yok iken alkışlarla Milli marş olarak kabul edilip İstiklâl marşı olur.

O kadar mütevazıdır ki tanınan ödül 500 lirayı almaz. Kendisinin bir paltosu bile olmayıp üşürken ve arada bir emanet palto giyerken, yoksullara verilmesini bildirir. Süresini tamamlayan meclisin dağılmasını arkasından İstanbul'a geçen Rahmetli Âkif'i aslında kıskanmış olma yanında o günlerde başlayan diğer maneviyat karşıtlığı kişilerin hareketi neticesi bakın nelerle karşılaşır.

***

“Ezanların susmaması, bayrağın nazlı bir hilal gibi dalgalanması”için mücadele etmeyi benimseyen, vatan sevdalısı olarak katır sırtında yolu olmayan köy ve kasabalara dahi giderek millete mücadele yönünde konuşmalar yapan hatta camilerde hutbe ve vaazlar vererek milleti uyandırmaya, mücadeleye katılmaya çağıran bir dava ve aksiyon adamı olan Âkif'e karşı!

Ogünlerde taşın altına elini sokmaya gelince kaçacak delik, türlü bahanelerle savuşmanın yolunu arayan, Kongreler de Amerikan mandası ve ya İngiliz sömürgecili teklini yapabilen meşhur edebiyatçılarımızdan Kurtuluş sonrası dava adamı olduğunu söyleyip boynuzun kulağı aştığı gibi ön plana çıkanlar. Büyük şairi kıskanmış olsalar ki; Devletin Milletvekillerine verdiği maaşın kendisine ödettirilmemesi ile yoksul bir duruma düşmesinden ziyade!

Çanakkale zaferinin yıl dönümü törenin de Dönemin meşhur şairlerinden birisi kürsüye çıkıp söyleşisinde“ Maalesef, Çanakkale Şehitleri için güzel, şehitlerimizin şanına layık bir Türk şairi tarafından bir şiir yazılamadı. Çanakkale Destanını yazan Türk değildir. Çaresiz Türk olmayan bir adamın şiirini okuyacağız” kinini ortaya koymakla beraber şiiri okuyor.

Merhum Âkif bu hadiseden pek çok müteessir oluyor, O kadar ki koskoca adam çocuklar gibi ağlıyor. Çanakkale şehitlerinden onu ayırmak, “Sen Türk değilsin” demek!

Bu hareket ve hakaret zamanın zamane şairi olan devlet resmî şairi tarafından yapılmış oluyor.

Ayrıca yine o günkü dönemin resmî gazetesinde “ Hadi sen git, artık kumda oyna!” demişlerini okuması da ayrı bir yıkılış olur onun için. Artık Akif Türkiye de duramayacaktır bu hakaretlere karşı.

Nitekim. l923 yılı Ekim ayında Prens Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine Mısır'a gider.

Gider ama vatan hasreti içini yakmak hatta kemirmektedir.

Bu hususta mısırda yazdığı şiir her şeyi anlatmaktadır.

Mevzun düşürür saçmayı bir saçma adam var
Manzum sayıklar gibi manzume sayıklar
Zannım mütekaid şuaradan olacak ki
Hiçbir yenilik yok herifin her şeyi eski
Hâlâ ne sakaldan geçebilmiş ne bıyıktan;
Âsârı da memnun görünüyor köhne kılıktan
Hicrî, kamerî ayları ezber sayar ammâ
Yirminci asır zihnine sığmaz ne muamma
Ma'mure-i dünyayı dolaşsa da yer er
Son son, “Hadi sen kumda biraz oyna” demişler

Hastalanan büyük şair, 1936 da İstanbul'a dönebilir. Çanakkale'den geçerken ve İstanbul camilerini görürken hüngür hüngür ağlayan insan hastane köşesinde Rabbine kavuşur.

Cenaze için resmi töreni bırakın, kimse gelmemiştir. Ama zamanın gençliği ve halkı onu bırakmamış üniversitenin Türk bayrağını tabutuna sararak Beyazıt'tan onu Edirne kapı mezarlığına tekbir içinde yaya götürüp defin ederler.

Bu hususta tarihçi yazar Mithat Cemal Kuntay şöyle yazar.

“Cenaze Beyâzıd'dan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra üstünde örtü olmayan bir tabut geldi. “ Bir fukara cenazesi olmalı” dedim. O anda Emin Efendi Lokantasının sahibi Mahir Usta elinde bir Türk bayrağı tabuta sardı. Sebebini anlayamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Onlar da üniversitenin büyük sancağını tabuta sardılar.

Ruhu şad olsun.

***

Hoşça kalınız