Anuş Gökce

ANADOLU SELÇUKLU SULTANLARI

Anadolu topraklarını biz vatan olarak bırakan ve vatan olması için canlarıyla kanlarıyla mücadele eden Türklerden, özellikle Türkleri bir bayrak altında toplayan bu milletin en büyük hükümdarlarımızdan söz etmek, onların her birisini Türk milletinin her ferdine, elimin ve kalemimin yete bildiği her yere ulaştırmayı kendime bir borç bilirim. Onların sayesinde bu vatan toprakları üzerinde oturuyoruz ve rahat nefes alabiliyoruz. Korumasını bilirsek, tarihi, milli ve kültürel değerlerimize sahip çıktığımız takdirde kıymete kadar bu topraklar üzerinde hükümranlığımızın devam edeceğine gönülden inanmaktayım.

Anadolu Selçuklu Devleti 1075-1076 yıllarında Süleyman şahın önderliğinde kuruldu, 1243'e kadar müstakil; 1243'ten 1317'ye kadar da Moğollara bağlı bir devlet olarak varlığını sürdürdü. Ecel-i kaza vaki olunca yerine çocukları Karamanoğulları, Aydınoğulları, Germiyanoğulları, İsfendiyaroğulları, Eşrefoğulları ve yurdun batı bölgesinde küçücük bir Beylik olan ve var olma mücadelesi veren Osmanoğullarını bırakarak hayata veda etti. Şimdi bu kutlu toprakları gök kubbeyi üzerimize çadır, Anadolu topraklarımızı bize yurt yapan sultanlarımızı sırasıyla tanıyalım.

SÜLEYMAN ŞAH

Süleyman Şah Anadolu Selçuklu Türk Devleti'nin ilk hükümdarıdır. Babasının adı Kutalmış'tır. Büyük Selçuklu devletinin kurucularından Selçuk bey'in oğlu Aslan Yabgunun torunudur.

Kutalmış, amcazadesi Sultan Alparslan'la giriştiği saltanat mücadelesinde hayatını kaybetmiş, oğulları Süleyman, Alp İlig, Devlet ve Mansur esir edilerek İsfahan'a götürülmüş, orada belli bir müddet gözaltında tutulmuştur. 

Bazı tarihçiler, Kutalmışoğullarını Sultan Alparslan'ın emriyle Anadolu'nun fethine gönderildiğini yazmaktadır. Halbuki Kutalmışoğulları devlete isyan halinde olan bir guruptu. Sultan Alparslan gibi basiretli bir hükümdarın Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı Suriye ve Anadolu bölgesine isyan halindeki bir gurubu kendisine rakip olacak bir vazife ile görevlendirmiş olması düşünülemez. Ancak bu bölgelere itaat altında tutabileceği kumandanları ve askerleri gönderir.

Selçuklu tarihi üzerine araştırmalar yapan ve sahasında otoritesini ispatlamış olan Osman Turan, Anadolu Selçuklu Devleti'nin Büyük Selçuklu Devletine rağmen kurulduğunu ifade etmektedir. Ona göre Büyük Selçuklu Devleti, bazen Anadolu'ya seferler düzenleyerek Türk birliğini bozmuş bazen de kendi özel durumlarını göz önüne alarak anlaşma yoluna gitmişler, istemeyerek de olsa Anadolu'daki Türk devletinin varlığını, hâkimiyetini kabul etmek zorunda kalmışlardır. 

Kutalmış savaşta yenilince Sultan Alparslan şehzadelerin öldürülmesi için ferman çıkartmıştı. Bunu duyan Nizamü'l-Mülk, Sultan'ın şehzadeleri öldürmesine engel olmuştur. Bu küçük şehzadelerin öldürülmesinin devlete hayır getirmeyeceğini, sürekli Türkmenler arasında bir kin, nefret ve nifakın eksik olmayacağını savunmuş ve onları affederek göz hapsinde tutmasını tavsiye etmişti. Sultan da tecrübeli vezirin tavsiyesine uyarak onları göz hapsinde tutmuştu. (1)

 Süleyman Şah'ın tarih sahnesine çıkışı Sultan Alparslan'ın ölümünden sonra vuku bulmuştur. Melihşah'ın,  amcası Kavurt'la uğraşmasını fırsat bilen şehzadeler firar ettiler ve etraflarına topladıkları kuvvetlerle Anadolu canibine yöneldiler. Urfa ve Birecik taraflarına gelince Aslan Yabguya bağlı Türkmen beyleri ve gönüllü askerlerle karşılaştılar. Bu askerler ve beyler kendilerine destek verdiler. 

Büyük Selçuklu Devletine bağlı olarak Suriye'de bir Türkmen beyliği kuran Atsız, Anadolu seferlerine girişmişti. Atsız'a muhalefet eden Türkmen beylerinden biri olan Şöklü, Fatımiler idaresindeki Akka'yı fethedip kendi beyliğini kurmak gayesiyle Süleyman Şahın kardeşlerinden birisini davet etti.  Sultan ailesinden olmadığı için Atsız'a hizmet etmekten hoşlanmadığını, birliklerin başına geçmeleri halinde Kutalmışoğulları'na hizmetten şeref duyacağını belirtti. Bunun üzerine, Alp İliğ ve amcazadesi Resul Tekin birlikleriyle beraber Şöklü'nün kuvvetlerine katıldı. Şöklü, Atsız ile giriştiği savaşta yenildi ve öldürüldü, şehzadeler de Melikşah'a teslim edildi.(2) 

Türkmen beylerinden aldığı destekle iyice güçlenen Süleyman Şah Haleb'e kadar ilerlediyse de muvaffak olamadı. Antakya'yı kuşatan Süleyman Şah, bu havaliyi akınlardan korumak karşılığında şehrin Bizans valisiyle anlaşma yaparak 20.000 dinarlık haraca bağladı.(3) 

Antakya üzerinden Anadolu'nun içlerine doğru ilerleyen Süleyman Şah, pek fazla bir direnişle karşılaşmadan kısa ürede Konya havalisine geldi. Şehri Martavkosta'dan, Gavela kalesini de Romanus Makri'den aldı. (4)

Konya'nın fethi ve başkent yapılması

Süleyman Şah, Anadolu istikametinde fetih hareketlerine giriştiği zaman Büyük Selçuklu Devletine isyan eden Kutalmış, Kavurt ve Elbasana bağlı aşiretler ve Türkmen beyleri kuvvetleriyle birlikte büyük dalgalar halinde Anadolu'ya akın etmekteydi. Gelen Türkmen beyleri de Süleyman Şah'ın gücüne güç katmaktaydı. Fetihler ilerledikçe İran ve Azerbaycan'da da büyük Türk kitleleri Anadolu'ya geliyor ve Türkiye Selçuklu Devletinin temellerini güçlü bir zemine oturtuyordu.

1074 yılında Konya'yı ele geçiren Süleyman Şah'a burada mücadele eden Türkmenler biat etti. Konya'yı kendine payitah yaptı ve bu durum 1080 yılında İznik'in fethine kadar devam etti. Abbasi halifesi kendisine sultanlık alameti olan menşur, hilat ve sancak gönderdi ve "Sultan" unvanını verdi.(5)

İznik'in Fethi ve Payitahtın İznik'e Nakli

Süleyman Şah, Bizans İmparatorunun içinde bulunduğu saltanat mücadelelerinden istifade ederek ileri harekâtına devam etti. 1080 yılında İznik'i Bizanslılardan alarak, payitahtı İznik'e nakletti.  

Anadolu Selçuklu Devleti'nin Bizanslılar Tarafından Tanınması

 Süleyman Şah'ın İznik'i fethettiği sırada Bizans'ın siyasi durumu çok karışıktı. İmparatora karşı ayaklanan Rumeli Ordusu Kumandanı Nifekeros Briyenios ile Anadolu Ordusu Kumandanı Botaniates ayaklanarak imparatorluklarını ilan ettiler ve İstanbul üzerine yürüdüler. Kütahya'dan hareket eden Botaniates'in yanında daha önce Alparslan'a isyan eden Elbasan da bulunuyordu. Botaniates, Türklerden çekindiği için Elbasan'ı amcazadesi Süleyman Şah'a göndererek destek istedi. Süleyman Şah, Botaniates'in emrine 2000 kadar da savaşçı vererek Bizans tahtına çıkmasına yardım etti. Bu tarihten sonra ileri hareketini Bursa taraflarına ve Kocaeli yarımadasına kaydırarak fetihlerini Üsküdar'a kadar genişletti. Hatta gümrük teşkilatı kurarak boğazlardan geçen gemilerden vergi almaya başladı. Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sahilleri Türklerle dolup taştı.

 Tarihte Bizanslılarla Türkler arasında ilk gümrük anlaşması Süleyman Şah zamanında vuku bulmuştu. Ayrıca İmparator, Dragos suyu sınır olmak üzere Anadolu Toprakları üzerindeki hükümranlığından vaz geçerek Selçuklu Türklerine vatan olarak terk ediyordu. (6)

Süleyman Şah'ın Kilikya ve Antakya Seferleri

Süleyman Şah'ın ele geçirdiği topraklarda Hıristiyan halka yumuşak davranması, onlardan sadece vergi alması ve kendi mülklerinde serbest bırakması Rumların Türklere karşı bakış açılarını değiştiriyordu. Süleyman Şah'ın idaresinde Hıristiyan halk eski halinden daha müreffeh bir hayat sürüyordu. Bu durum da Süleyman Şah'ın Anadolu'daki fetihlerini kolaylaştırıyordu.

1081'de imparator olan Aleksi Komnenos, Türk Sultanı Süleyman Şahla anlaşmayı yenileyerek Balkanlardan Bizans üzerine saldırılarda bulunan Türk boylarının yayılmasını engellemek üzere serbestlik sağladı. Anlaşmayı kendi yönünden de çok müsait bir zemin olarak gören Sultan yönünü Anadolu'nun doğusuna çevirdi. Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Bizans hâkimiyetinin çökmesi Kilikya bölgesinde küçük küçük Ermeni krallıkları ortaya çıkmış ve bunlar birleşerek Müslüman ahali ye zarar vermeye başlamışlardı. Bunlar arasında Kilikya hâkimi Flaretos, Malatya hâkimi Gabriel'i de maiyetine alarak Türkiye Selçuklu Devletinin İslam ülkeleriyle münasebetlerini kesmeye çalışıyordu. 1082'de doğuya yönelen Sultan Adana, Tarsus, Mis ve Anazarba'yı fethederek bütün Kilikya topraklarını memleketine kattı. Topraklarının elinden çıktığını gören Filaretos, Melikşah'a giderek yardım istedi. Durumu fırsat bilen Antakya'nın Hıristiyan halkı da şehri kendilerine teslim etmeyi teklif ettiler. 

Antakya üzerine bir sefer düzenleyen Süleyman Şah, hareketini gizlemek için gece yolculuk yapmayı ve gündüzleri de ıssız ve ormanlık alanlardan ilerlemeyi münasip gördü. Askerlerini Asi nehrinde gemilerle taşıyarak aniden Antakya surları önüne çıkardı. Karşılarında Türk askerlerinin gören ve şehirdeki mahsule ve halka hiçbir zarar gelmediğini gören şehrin Hıristiyan halkı evlerine çekildiler. Filaretos'a bağlı askerler Antakya kalesine sığındılar. Antakya'ya hâkim olan Süleyman Şah, kaleyi bir müddet kuşattı. Su ve erzak sıkıntısının baş göstermesi üzerine Kuşatmaya dayanamayan Filateros 1085 yılında Sultan'dan aman dileyerek kalenin anahtarlarını teslim etti.(7)

 Antakya'nın Müslümanların eline geçmesi Süleyman Şah'ın ününü artırdı. Aynı zamanda Büyük Selçuklu devletine tabi beyler arasında da bir hoşnutsuzluk yarattı.

Süleyman Şahın Büyük Selçuklu Devletiyle Mücadelesi ve Vefatı

Süleyman Şah, Anadolu'da güçlü bir devlet kurduğu için bu durumdan Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah rahatsızlık duyuyordu. 1085 yılında Melikşah, Anadolu'da meydana gelen siyasi iradeyi çökertmek ve Kuzey Suriye'de yoğun olarak bulunan asi yabguluları tedip etmek hareket etmiştir. Bu esnada Horasan hâkimi kardeşi Tekiş'in isyanı üzerine harekâtını yarıda bırakarak doğuya yöneldi. 

Musul Emiri  Seyfüdddevle Müslim'in itaatini kabul eden Melikşah, tekrar o bölgelerin Müslime bıraktı. Antakya'dan cizye alan Müslim aynı vergiyi Süleyman Şahtan isteyince arada savaş kaçınılmaz oldu. İki ordu 1085 senesi Haziran ayında Amik ovasında karşılaştı. Yapılan savaşta Müslim yenildi ve Halep'e çekildi. Süleyman Şah'ın Haleb'i kuşatması Suriye hâkimi Tutuş'la karşı karşıya getirdi. İki ordu Ayn Selem mevkiinde 1086 Haziranında savaş düzenini aldı. Daha önce Süleyman Şah'ın safında bulunan Çubuk ve Artuk gibi Türkmen beyleri Tutuş'un safına geçince Türkiye Selçuklu Devletinin kuvvetleri çözülmeye başladı. Esir düşmemek için geri çekilen Süleyman Şah, Tutuş'un kuvvetlerinin yetişmesi üzerine kılıcını çıkarıp intihar etti. (8)

Eseri

Süleyman Şah'ın en büyük eseri Anadolu'yu bir Türk yurdu haline getirmesidir. Ölümünden sonra bütün şehzadeleri İsfahan'a gönderilmesine rağmen kurduğu devlet o kadar sağlam temeller dayandı ki 1092 yılına kadar sadece beylerle idare edilmiş, Bizans'a toprak terk edilmemiştir. 1092 'de Anadolu Selçuklu Devleti tahtına oturan I. Kılıçarslan, bu mümtaz Sultanın dalgalandırdığı bayrağı yeniden dalgalandırmaya devam etmiştir.

Bize bu vatanı yurt olarak bırakan başta Süleyman Şah olmak üzere tüm Sultanlarımıza, şehit ve gazilerimize minnet borçluyuz. Allah onlara rahmet eylesin ve mekânları cennet olsun. Amin…

Dipnot:

1) Turan, Osman Prof. Dr., Selçuklular Zamanında Türkiye, s.45, Turan Neşriyat, 1971/ İST

2)Sevim, Ali Prof. Dr. "Süleyman Şah" Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 38, s.104, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2010/ İST

3)Heyet, Türk Sultanları, s.376, İhlas Yay. 2005/İST

4) Baykara, Tuncer Doç. Dr., Selçuklular Zamanında Konya, s.25, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., 1985/ANK

5) Darkot, Besim, "Konya", İslam Ansiklopedisi, MEB Yay. 1971/İST; turan, a.g.e, s.63

6) Turan, a.g.e., s.55-56, 61

7)Türk Sultanları, s.378

8) Turan,a.g.e., s.76

 

 

 

Yazılışının 70. Yılında…

 

"KONYA İLİ KÖY VE YER ADLARI ÜZERİNE BİR DENEME"

 

Yrd. Doç. Dr. Aziz AYVA*

 

Türkler, üç yıllık keşif seferleri bir kenara bırakılırsa 1071 yılından itibaren Anadolu'ya gelmeye başlamışlar ve Türkistan coğrafyasındaki sözlü ve yazılı kültürlerini, gelenek ve göreneklerini, eski inanç bakiyelerini, yer ve kişi adlarını hasılı bütün yaşam kültürlerini de yeni yurtlarına taşımışlardır. Anadolu'nun hemen her köşesinde kişi adlarından yer adlarına/yerleşim yeri adlarına, halı kilim ve dokuma motiflerinden dinî veya dindışı ritüellere, gelenek ve göreneklerden halk kültürü ve halk edebiyatı örneklerine kadar bu kültürel birikimle doludur. 

Ne yazık ki birer tapu senedi niteliğinde olan bu kültürel miras ögeleri (yer ve yerleşim yeri adları, köy adları, kişi adları, geleneksel törenler ritüeller, sanat tarihi motifleri, vb.) uzun yıllar içerisinde, toplumsal değişim ve defarmasyonlara maruz kalmış ve bu tarihî vesikalar/tapular maalesef ya yok olmuş ya da bozulmuştur. Özellikle dil alanındaki tabiî değişimler bu yozlaşmaların en somut görüldüğü alandır. Bunlara bir diyeceğimiz yoktur, bunlar doğal değişimlerdir. Müzelerde ve sözlüklerde bunların bir kısmını koruma altına alabilmişiz. Bir kısım bozulmalara ve değişimlere ise akıl erdirememekteyiz. Bunların başında yer adları / yerleşim yeri adları ile kişi adları ve sülâle adları gelmektedir.

Bu vesile ile milletin hafızası olduğu kadar Konya'nın da hafızası konumunda olan "KONYA İLİ KÖY VE YER ADLARI ÜZERİNE BİR DENEME" adlı eseri tanıtmak istiyoruz. Bu küçük kitapçık Kuleli Askeri Lisesi Tarih Öğretmeni S. Sırrı ÜÇER ve Halkevi Tarih, Müze Komitesi Başkanı M. Mes'ud KOMAN tarafından 1945 yılında neşredilmiştir. Eser; Halkevi'nin Tarih Müze Komitesi Yayını olarak sunulmaktadır. Birinci serinin üçüncü sayısı/yayını olarak çıkmıştır.

Konya Halkevi Başkanı Midhat Şakir ALTAN'ın sunuşuyla başlayan kitap VII +84 sayfadır. Kitabın bölümleri ise şu şekildedir:

Ön Söz (I-V)

Konya İli Kazaları / Nahiyeleri (VI)

Kısaltmalar (VII)

Konya İli'nin Oğuzlaşmasından Önceki Devirlerine Kısa Bir Bakış (1-4)

Oğuz Türklerinin Konya İli'ne Gelişleri (5-8)

Oğuz Türklerinin Konya İlinde Yerleşmesi (9-68)

İndeks (69-84)

Çalışmanın amacını açıklayan yazarlar Ön Söz'de şöyle demektedirler:

"Günlük hayatımızın her ânında, her işimizde, her yerde türlü köy, kasaba, yer ve mahalle adları duyarız. (Çavundur) adlı bir mahallede yıllarca oturur, yılları doldururuz. (Çepni) adlı bir köyde doğar, büyür, yaşarız. (Afşar) adlı bir kuyudan kaç defa soğuk sular içeriz. (Karaca) adlı bir dağın eteğinde aylarca ordugâh kurarız. (Bayat) adlı bir köprüden kaç kerre gelir geçeriz.

Bazan, (Dodurga) adlı bir mahalleye, bu adı beğenmez, yeni bir ad uyduruveririz. Fakat; kulaklarımızı dolduran, günlük hayatımıza karışan bu güzel adlar üzerinde bir az durur, kendimize veya bir başkasına bir şeyler sorar mıyız?

Biz; kendi alanında ilk olduğunu sandığımız bu denememizde, esnafa, tüccara, memura, öğretmene, eğitmene, öğrenciye, gezgine, subaya, köylüye, şehirliye, her Türk'e, her gün duyduğumuz bu köy ve yer adları hakkında, zihinlerde kıvrılan ilk soru düğümünü çözecek kadar, az çok bir bilgi vermeye çalıştık."      

Yazarlar uzun uzadıya bu çalışmanın önemini anlattıktan sonra son olarak şöyle demektedirler:

"Millî tarihimizde köy ve yer adları, değişmez bir tapu senedi, el sürülmez bir anıt gibidir. Bir yerin millî ve etnoğrafik değerini, taşıdığı adlardan daha güzel hiçbir şey isbat edemez."

 Kendi alanında bir ilk olan çalışmada Oğuz Boyları'nın Anadolu'daki yer ve köy adlarındaki izleri yöre yöre, ilçe ilçe, nahiye nahiye, kasaba kasaba, mahalle mahalle gösterilmektedir.

Tespitlere göre 24 Oğuz boyunun hepsinin izlerine rastlanmaktadır. Bu konuda Kınıklar ilk sırayı almakta sırasıyla yoğunluk bakımından Bayatlar, Salurlar ve Afşarlar almaktadır. Örnek olmak üzere Afşar boyunun Konya ili sınırları içerisindeki izlerini vermek istiyoruz:

Afşar köyü (Dinek nahiyesine bağlı)

Afşar köyü (Taş Kend nahiyesine bağlı)

Afşar köyü (Konya ovasında)

Afşar köyü (Kurt Hasanlı nahiyesine bağlı)

Afşar köyü (Bey Şehri kazasına bağlı)

Küçük Afşar köyü (Bey Şehri kazasına bağlı)

Afşar yaylası (Hotamış nahiyesi dolaylarında)

Afşere yöresi (Çumra kazası batısında)

Afşar kuyusu (Konya ili - hava meydanı arasında)

Afşar köprüsü (Ala Dağ kazasında)

Afşar vadisi (Ala Dağ kazasında)

Afşar yolu (Ala Dağ kazasında)

Yine yazarların örnekleriyle birlikte tespit etmiş oldukları bir başka husus da şudur:

"Oğuz Türkleriyle beraber Anadolu'ya Karluk'lar, Kalaçlar, Çiğiller, Uygurlar, Kanıklılar, Kıpçaklar, Ağaçeriler, Kırgızlar, Kazaklar, Özbekler, Başkırtlar, Yağmalılar, Tahsinler, ve daha sonraki devirlerde Türk illerinden türlü Türk boyları ve Türkmenler de gelmişlerdir. Bütün bu Türk boylarının Konya ilinde adını taşıyan köy ve yerleri sırayla yazıyoruz: 

Yukarıdaki cümleye istinaden sadece Kıpçak boyunun izlerini vermek istiyoruz:

Kıpçaklar:

Monğuş boyundan bir oymağın adı (Saray)'dır:

Saray köyü (Sille nahiyesine bağlı)

Saray köyü (Yunak nahiyesine bağlı)

Saray köyü (Ahırlı nahiyesine bağlı)

Saray köyü (Dinek nahiyesine bağlı)

Saray köyü (Ak Şehir kazasına bağlı)

Saray Önü nahiyesi (Kadın Hanı)

Evet. Bu yer ve köy adları bugün var mı yok mu? Bu köy ve yer adlarının olduğunu bilen az sayıdaki büyüklerimiz kaç yaşındalar. Onların çocukları ve torunları bu yer ve köy adlarını biliyorlar mı? Yoksa sadece bir nostalji olarak mı hatırlayacaklardır?

Bir ülkenin en önemli tapu senedi orayı vatan yapmak uğruna canlarını veren şehitlerin kanları ve onların buralara verdikleri, Türkistan'dan getirdikleri adlarıdır. Yazılışının 70. yılı münasebetiyle bu değerli eserin vermek istediği mesajı anlamak, idrak etmek düşüncesiyle Konyamızdaki Oğuz varlığını hatırlatmak ve göstermek istedik.

 

Bülent ÇEVİK

[email protected]

 

KONYA OCAKLARI

Belirli hastalıkların "okuma, sıvazlama, tükürme, çentme, kesme gibi işlemlerle" şifasının bulunduğuna, tedavi edildiğine inanılan yer ya da kimselere ocak denir. Konya'da halk arasında "ocaklı" adı bu işlemleri yapan kişi ya da aileye, "ocak" ise hastalığın (adıyla birlikte) iyileştirildiği yere dense de çoğu kez bu adlar birbirinin yerine kullanılmaktadır.

"Ocak dededen ve babadan oğluna tedavi ede gelene, sürekli olarak bu işle uğraşan ailelere derlerdi (Evren 1951: 439)". Ocak kelimesinin on farklı anlamını veren Ayşe Duvarcı "Halk hekimliğinde ocak veya ocaklı diye eş anlamda kullanılan iki kelime ile adlandırılan kişiler, bir veya birkaç hastalığı iyi edebilme gücüne sahip olduklarını söyleyen, bu işin metotlarını bilen kimselerdir (Duvarcı 1990: 35)" demektedir.

Hastalığı iyileştiren ocak, ocaklı tarafından el verilmiş aynı soydan gelen oğlan-kız veya aynı soydan gelmeyen izin verilmiş kadın-erkek olabilir. Kuşaktan kuşağa aktarılan ocaklık geleneğinde el verme, ağza tükürme-sıvazlama gibi "temas ve parça bütünün özelliklerini taşır prensibinden hareketle açıklanabilecek" farklı şekillerde olabilmektedir. El vermede evin büyüğü kime el verecekse bir nesneyi üç defa alır, verir. El alacak kişi de ocaklığı almaya niyet eder. Ocaklı, kızına ve eve gelin gelene el verebilse de ocaklık kızdan çocuğuna geçmez.  Aile dışından ocaklığı yürüteceği düşünülen ve el verme yoluyla hastalıkları iyileştirme izni alıp ocaklı olan kişiye izinli denilmektedir. El verme işleminden sonra ocaklının ocaklık gücünün bittiğine inanılır; ayrıca izinli ölünce onun da ocaklığı biter, ocaklığı izinlinin çocukları yapamaz. El verme dışında vücuttan kemik düşmesi, babasından sonra dünyaya gelme, alkarısı yakalama veya para verme gibi özelliklerle de insanlar ocak olabilmektedir. 

Konya'da her ailenin bildiği ve gittiği ocak farklıdır. Aile büyükleri tarafından ailenin gittiği yerler çocuklarına söylenir. Kız gelin olduğu yerin ocağına bağlıdır (Kurt 1999: 94). Günümüzde ailelerden kadın hastalar kadın, erkek hastalar ise erkek olan "öncelikle güvendikleri, şifa bulacaklarına inandıkları" ocaklıya gitmekte ve şifa olarak değerlendirdikleri ocak evinin tuzunu, ekmeğini, külünü kullanmaktadır. Çözüm bulunamaz ise eş-dostun tavsiyesiyle farklı ocaklara gidilmektedir. Bu ocaklıların iyileştirme güçleri, onların tanınmasını ve şifa bulmak amacıyla gelenlerin sayısını arttırmaktadır. Aksi durumlarda ise ocağa olan ilgi azalmakta, ocaklı unutulmaktadır.

Ocaklarla ilgili önemli bir bilgi de "yönlendirici ocaklar"ın bulunmasıdır. Sıkıntısı, ağrı ve sızısı olanlar, vücudunda farklı yaraları olanlar bazı mahallelerde bulunan ocaklı kadınlara giderler. Oradaki ocaklı kadınlar, hastanın derdinin ne olduğunu söyleyerek "Sen yılancık olmuşsun, yılancık ocağına git! Yelde kalmışsın yüzün tutulmuş, çarpık ocağına git!" diye açıklama yaparak bir pratisyen hekim işlevi görüp, hastayı tekke veya ocaklara yönlendirmektedirler.

Eskiden Bozkır'da yapılan yeynilik dökme (hastalıkla ilgili uygulamayı tespit etme) işleminde de benzer yönlendirmeye rastlanmaktayız. Yeynilik dökecek olan kimse 3 veya 7 evden çivi, mil ve çakı gibi pas tutacak olan araçları alır ve bunlara hocaların, türbelerin ve tekkelerin ismini vererek su dolu bir kabın içine kor. Bu kap bir gece dışarıda kalır ve yıldızları görür. Sabahleyin bu kaptaki çivileri, milleri ve çakıları çıkarır. Bunların içinde hangisi daha fazla pas tutmuşsa "yeynilik oraya düşmüş" denerek hasta uygulamanın gerçekleştirileceği yere gider. Gittiği yerin ekmeğini yerler, suyunu içerler, okunulacaksa okuturlar, bu türbe-tekke ise ziyaret ederler. Şayet hasta bir şifa bulmazsa "Yeynilik iyi düşmemiş." diyerek tekrar yeynilik dökerler (Petekçi 1952: 622). Yarım yüzyıl önce Petekçi'nin 'hastanın yıldızları ile barışması olarak adlandırılabilecek' büyük bir safsata dediği bu uygulama, bugün de Konya'da yaşlı kadınlar ve yönlendirici ocak dediğimiz kişilerce farklı şekillerde yine aynı amaç için sürdürülmektedir. Farklı renk ipler bağlayıp suya atma ve paslanan iğneye göre yönlendirme, kurşun döküldükten sonra yapıştığı demir eşyaya göre yorum yapma gibi bu uygulamalar günümüzde de devam etmektedir.

Benzer yorum yapma uygulamaları Türk kültüründe eskiden beri yaşamaktadır. Yakutların ateş ve ocak karşısında yemin ettiklerini, Manas Destanı'nda gelinin eğilerek ocağa selam verdiğini (İnan 2000: 71) ayrıca Cakıp Han'ın ocaktaki ateşe bakarak gelecek hakkında yorumlar yaptığını görürüz. Geçmişteki ateşin yakıldığı ocakla ilgili inançlar, günümüz ocak uygulamalarında da hastalıkların yorumlanması ve ocaklara saygı duyma noktasında benzerlik göstermektedir.

Ocak olan kişilerin sağaltma işlemi öncesinde dikkat etmesi gereken özellikler vardır. Hastanın iyileşmeyi istemesi önemli olduğu kadar ocaklı kişinin de yediklerine, temizliğine dikkat etmesi gerekmektedir. "Deniz mahlûkları yenirse, uğraşılan şeyden bir sonuç alınamaz ve nefesin tesiri kalmaz. Bu bakımdan üfürükçülükle geçinenlerden balık sevenler, bir hastaya okudukları ve bir hastayı iyileştirmeyi üstüne aldıkları zamanlarda balık yemeyi terk ederlerdi" (Gölpınarlı 1983:291-292). Balık yiyen insanın manevî melekelerinin, önsezilerinin zayıfladığı, tahmininde yanılma olduğu, "balık yiyen insanların melekleri göremediği" söylenmektedir. Ocağın sağaltma işleminin ardından dikkat etmesi gereken (kengi, yılancık ocağı başta olmak üzere) ağırlık alma, toprağa vurma-çentme gibi ortak uygulamalara da başvurmakta olduğu görülmektedir. Toprağa vurma ile İslamiyet'teki manevi ve maddi kirlilikten temizlenme olan teyemmüm arasında bir benzerlik bulunmakla birlikte toprağın temizleme özelliğine ve toprağın hastalığı alacağına inanılmaktadır.

Ocakların tedavisi genelde dinsel-büyüsel uygulamalarla olmaktadır. Ocaklının kullandığı bir adamı azarlamak (Evren 1952: 476), ilaç yapmak, tedavi uygulamak anlamındaki- "parpılama" kelimesini; kurdeşen, alazlama, kızıl yel, yanma gibi çoğunlukla deri hastalıklarının tedavi yeri, şekil ve vasıtaları anlamındaki "ırvasa" (Evren 1951: 439) ile bedene küçük vuruşlar diyebileceğimiz "çentme, kıyma" yöntemini çoğu kez bu dinsel-büyüsel uygulamaların adı olarak görürüz.

Ocaklar tedavisi edilen hastalığa ve soruna göre "alazlama ocağı, köstü ocağı, yılancık ocağı, temre ocağı gibi" isimler almaktadır. Konya'da hastalıkların tanı ve tedavisinde eskiden beri etkisi olduğuna inanılan ve şifa bulmak amacıyla gidilen ocakları alfabetik olarak şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Alazlama Ocağı:

Alazlama (kurdeşen) can sıkıntısı, üzüntü ve kederin sebep olduğu bir hastalıktır. Vücudun çeşitli yerlerinde ortaya çıkan kızartılardır. Hastanın sürekli olarak üşümesi, yüksek ateş, vücutta giderek beyaz fasulye büyüklüğüne erişen kaşıntılı kabarcıklar bu hastalığın önemli belirtileridir. 

Tedavisi ise şöyledir: Ocaklı önce tasta su ile tuzu karıştırdıktan sonra kurdeşen veya alazlamanın üzerine üç defa sürer. Ocaklı, tedavi için demir parçasını ateş üzerinde kızdırır. Hastanın üzerini beyaz bir örtü ile örttükten sonra, kızgın demir parçasını üzerinde gezdirir. Bu işi yaparken sureler okur.

Başka ocaklarda ise alazlamaya tutulanlar yatırılıp üzerine eski bir çul ya da bez atılır. Bahçeden ve bağlardan toplanmış ince dallı süpürgelerden beş on kuru dal getirip hastanın üzerine koyarlar ve dalları yakarlar. Süpürge telleri yanarken başka bir süpürge ile hastanın üstü "Ocağına geldim alazlamanı süpürüyorum, alazlaman sönsün…" sözleri tekrarlanarak süpürülür. Bu işleme üç gün devam edilir. Üçüncü gün nezir olmak üzere ocaktan olan kadına bir çift çorap, bir oyalı yazma, beş on yumurta veya para gibi şeyler verilir. Nezir verilmez ise alazlamanın geçeceğine inanılmaz (Evren 1952: 476).

Ocaklarda alazlamayı tedavi eden usta kimseler bulunur ve büyükler sağ oldukça küçükler tedaviye cesaret edemezler. Yaşlı ocaklardan biri, sağ elini yaşça küçük birinin sol eli üstüne koyup "Evladım benim zamanım yok bundan sonra gelen hastaları sen alazla." deyip üç defa sıkarsa tedavi yetkisi verilmiş olur. Babadan oğula geçen ocaklık geleneğinde baba sağlığında yetki vermese de öldüğünde oğluna sağaltma yetkisi miras kalabilir (Aydın 2006: 101-102). Günümüzde bu ocaklık geleneğini daha çok kadınlar uygulamaktadır.

Doğanhisar'da kayınvalidesinden el verme yoluyla alazlamayı öğrenmiş olan kaynak kişi (vücuttaki herhangi bir) alerjinin tedavi yöntemine "alavlama" demektedir. Hasta yatırılıyor. Alerji bölgelerinin çıplak olması gerekiyor. Hastanın alerji olan yerlerinde ellerini okuyarak gezdiriyor. Sonra da iki el büyüklüğünde bir bezin üzerinde ateş yakılıyor. Bu, hastanın üzerinde gezdiriliyor. Hastanın üzerine tükürülüyor ve sonra da sobanın külünden ekiliyor. Bundan sonra hastaya perhiz uygulanıyor. Hastalığı hafifse bir hafta, fazlaysa iki haftalık bir perhiz uygulanıyor. Peynir, bulgur, turşu, mercimek, kuru fasulye, patlıcan, yumurta vs. yiyeceklerden uzak durma şeklindeki perhiz söylenir. Tedavi süresince hastaya ocak evinden bir parça ekmek verilir ve hastanın yemesi istenir. Ayrıca çokça pekmez, bal gibi tatlı şeyler yemesi istenir.

Günümüzde eski uygulamaların devamı niteliğinde şu işlemler yapılmaktadır. Kırmızı tülü (örtü) hastanın üstüne örtüldükten sonra kendir biraz tutuşturulup hastanın üzerinde söndürülür. Süpürgeyle süpürülüp Ayet'el Kürsi ve İhlâs suresi okunur.

"Türk inançlarında ateşin gökten geldiği ve yapısında 'koruyuculuk' ve 'temizleyicilik' unsurlarını taşıdığı (Buluç 1997: 328)" ve kamların ateşi ayinlerinde kullandıkları bilinmektedir. Alazlama uygulamalarında kullanılan ateş, Türkler arasında eskiden beri temizleyici gücünden; insanı kötülüklerden, kötü ruhlardan ve dolayısıyla hastalıklardan koruduğu inancından dolayı ateş kültü ile sıkı sıkıya bağlıdır. Kelime olarak da benzerlikler görürüz. Başkurt ve Kazaklar bir yağlı paçavrayı tutuşturup "alas, alas" diye dolaştırırlar; Altay şaman dualarında "alas" kelimesi çokça kullanılır; Yakut kamları okudukları afsunlarda "alias" diye bağırırlar (İnan 2000: 68). Kamların ateşi kullanmalarını ve eski Türklerde ateşle temizleme-takdis merasimi olarak düşünülen "alaslama"yı günümüz alazlama ocaklarında görmekteyiz. Ateşin sağaltma ve temizleme gücü "ateşle birlikte kötülüklerin de hastalığın da yanıp yok olacağına olan inanç" ayet-sure okuma ve Allah'tan şifa umma gibi İslamî motiflerle geliştirilmiş ve kullanılmaya başlanmıştır.

…

 

Kaynakзa

AYDIN, M., G. ATASAĞUN, A. ARAS, N. ÖZTÜRK ve S. BAYBAL (2006) "Konya Merkezdeki Manevо Halk İnanзlarının Dinler Tarihi ve Din Fenomenolojisi Aзısından Değerlendirilmesi." Konya: Din Bilimleri Yayınları, Damla Ofset.

BULUÇ, Sadettin (1997) "Şaman." İslвm Ansiklopedisi, XI: 328.

ÇEVİK, Bülent (2008) "Konya'da Halk Hekimliği Uygulamalarının Dünü ve Bugünü." (Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) Sivas.

DUVARCI, Ayşe (1990) "Halk Hekimliğinde Ocaklar." Milli Folklor, 1, 7: 34-38.

EVREN, Afif (1951) "Konya'da Ocaklar, Irvasalar, Tekkeler, Türbeler." Tьrk Folklor Araştırmaları Dergisi, y. 2, sy. 28: s. 439-440.

EVREN, Afif (1952) "Konya'da Ocaklar, Irvasalar, Tekkeler, Türbeler." Tьrk Folklor Araştırmaları Dergisi, y. 2, sy. 30, s. 476-478.

GÖLPINARLI, Abdülbâki (1983) Mevlana'dan Sonra Mevlevilik. İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevleri.

İNAN, Abdülkadir (2000) Tarihte ve Bugьn Şamanizm Materyaller ve Araştırmalar. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları (5.Baskı).

KURT, Şerife (1999) "Ortakaraören Kasabası'nın Halk Edebiyatı ve Folklorundan Örnekler." (Yayımlanmamış Lisans Tezi) Konya: Selçuk Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

PETEKÇİ, Ahmet (1952) "Bozkır Köylerinde Yeynilik, Saç Kesme ve Beşik Kertme." Tьrk Folklor Araştırmaları Dergisi,  2, 39: 622–623.

Bülent ÇEVİK

[email protected]

 

KONYA OCAKLARI

Belirli hastalıkların "okuma, sıvazlama, tükürme, çentme, kesme gibi işlemlerle" şifasının bulunduğuna, tedavi edildiğine inanılan yer ya da kimselere ocak denir. Konya'da halk arasında "ocaklı" adı bu işlemleri yapan kişi ya da aileye, "ocak" ise hastalığın (adıyla birlikte) iyileştirildiği yere dense de çoğu kez bu adlar birbirinin yerine kullanılmaktadır.

"Ocak dededen ve babadan oğluna tedavi ede gelene, sürekli olarak bu işle uğraşan ailelere derlerdi (Evren 1951: 439)". Ocak kelimesinin on farklı anlamını veren Ayşe Duvarcı "Halk hekimliğinde ocak veya ocaklı diye eş anlamda kullanılan iki kelime ile adlandırılan kişiler, bir veya birkaç hastalığı iyi edebilme gücüne sahip olduklarını söyleyen, bu işin metotlarını bilen kimselerdir (Duvarcı 1990: 35)" demektedir.

Hastalığı iyileştiren ocak, ocaklı tarafından el verilmiş aynı soydan gelen oğlan-kız veya aynı soydan gelmeyen izin verilmiş kadın-erkek olabilir. Kuşaktan kuşağa aktarılan ocaklık geleneğinde el verme, ağza tükürme-sıvazlama gibi "temas ve parça bütünün özelliklerini taşır prensibinden hareketle açıklanabilecek" farklı şekillerde olabilmektedir. El vermede evin büyüğü kime el verecekse bir nesneyi üç defa alır, verir. El alacak kişi de ocaklığı almaya niyet eder. Ocaklı, kızına ve eve gelin gelene el verebilse de ocaklık kızdan çocuğuna geçmez.  Aile dışından ocaklığı yürüteceği düşünülen ve el verme yoluyla hastalıkları iyileştirme izni alıp ocaklı olan kişiye izinli denilmektedir. El verme işleminden sonra ocaklının ocaklık gücünün bittiğine inanılır; ayrıca izinli ölünce onun da ocaklığı biter, ocaklığı izinlinin çocukları yapamaz. El verme dışında vücuttan kemik düşmesi, babasından sonra dünyaya gelme, alkarısı yakalama veya para verme gibi özelliklerle de insanlar ocak olabilmektedir. 

Konya'da her ailenin bildiği ve gittiği ocak farklıdır. Aile büyükleri tarafından ailenin gittiği yerler çocuklarına söylenir. Kız gelin olduğu yerin ocağına bağlıdır (Kurt 1999: 94). Günümüzde ailelerden kadın hastalar kadın, erkek hastalar ise erkek olan "öncelikle güvendikleri, şifa bulacaklarına inandıkları" ocaklıya gitmekte ve şifa olarak değerlendirdikleri ocak evinin tuzunu, ekmeğini, külünü kullanmaktadır. Çözüm bulunamaz ise eş-dostun tavsiyesiyle farklı ocaklara gidilmektedir. Bu ocaklıların iyileştirme güçleri, onların tanınmasını ve şifa bulmak amacıyla gelenlerin sayısını arttırmaktadır. Aksi durumlarda ise ocağa olan ilgi azalmakta, ocaklı unutulmaktadır.

Ocaklarla ilgili önemli bir bilgi de "yönlendirici ocaklar"ın bulunmasıdır. Sıkıntısı, ağrı ve sızısı olanlar, vücudunda farklı yaraları olanlar bazı mahallelerde bulunan ocaklı kadınlara giderler. Oradaki ocaklı kadınlar, hastanın derdinin ne olduğunu söyleyerek "Sen yılancık olmuşsun, yılancık ocağına git! Yelde kalmışsın yüzün tutulmuş, çarpık ocağına git!" diye açıklama yaparak bir pratisyen hekim işlevi görüp, hastayı tekke veya ocaklara yönlendirmektedirler.

Eskiden Bozkır'da yapılan yeynilik dökme (hastalıkla ilgili uygulamayı tespit etme) işleminde de benzer yönlendirmeye rastlanmaktayız. Yeynilik dökecek olan kimse 3 veya 7 evden çivi, mil ve çakı gibi pas tutacak olan araçları alır ve bunlara hocaların, türbelerin ve tekkelerin ismini vererek su dolu bir kabın içine kor. Bu kap bir gece dışarıda kalır ve yıldızları görür. Sabahleyin bu kaptaki çivileri, milleri ve çakıları çıkarır. Bunların içinde hangisi daha fazla pas tutmuşsa "yeynilik oraya düşmüş" denerek hasta uygulamanın gerçekleştirileceği yere gider. Gittiği yerin ekmeğini yerler, suyunu içerler, okunulacaksa okuturlar, bu türbe-tekke ise ziyaret ederler. Şayet hasta bir şifa bulmazsa "Yeynilik iyi düşmemiş." diyerek tekrar yeynilik dökerler (Petekçi 1952: 622). Yarım yüzyıl önce Petekçi'nin 'hastanın yıldızları ile barışması olarak adlandırılabilecek' büyük bir safsata dediği bu uygulama, bugün de Konya'da yaşlı kadınlar ve yönlendirici ocak dediğimiz kişilerce farklı şekillerde yine aynı amaç için sürdürülmektedir. Farklı renk ipler bağlayıp suya atma ve paslanan iğneye göre yönlendirme, kurşun döküldükten sonra yapıştığı demir eşyaya göre yorum yapma gibi bu uygulamalar günümüzde de devam etmektedir.

Benzer yorum yapma uygulamaları Türk kültüründe eskiden beri yaşamaktadır. Yakutların ateş ve ocak karşısında yemin ettiklerini, Manas Destanı'nda gelinin eğilerek ocağa selam verdiğini (İnan 2000: 71) ayrıca Cakıp Han'ın ocaktaki ateşe bakarak gelecek hakkında yorumlar yaptığını görürüz. Geçmişteki ateşin yakıldığı ocakla ilgili inançlar, günümüz ocak uygulamalarında da hastalıkların yorumlanması ve ocaklara saygı duyma noktasında benzerlik göstermektedir.

Ocak olan kişilerin sağaltma işlemi öncesinde dikkat etmesi gereken özellikler vardır. Hastanın iyileşmeyi istemesi önemli olduğu kadar ocaklı kişinin de yediklerine, temizliğine dikkat etmesi gerekmektedir. "Deniz mahlûkları yenirse, uğraşılan şeyden bir sonuç alınamaz ve nefesin tesiri kalmaz. Bu bakımdan üfürükçülükle geçinenlerden balık sevenler, bir hastaya okudukları ve bir hastayı iyileştirmeyi üstüne aldıkları zamanlarda balık yemeyi terk ederlerdi" (Gölpınarlı 1983:291-292). Balık yiyen insanın manevî melekelerinin, önsezilerinin zayıfladığı, tahmininde yanılma olduğu, "balık yiyen insanların melekleri göremediği" söylenmektedir. Ocağın sağaltma işleminin ardından dikkat etmesi gereken (kengi, yılancık ocağı başta olmak üzere) ağırlık alma, toprağa vurma-çentme gibi ortak uygulamalara da başvurmakta olduğu görülmektedir. Toprağa vurma ile İslamiyet'teki manevi ve maddi kirlilikten temizlenme olan teyemmüm arasında bir benzerlik bulunmakla birlikte toprağın temizleme özelliğine ve toprağın hastalığı alacağına inanılmaktadır.

Ocakların tedavisi genelde dinsel-büyüsel uygulamalarla olmaktadır. Ocaklının kullandığı bir adamı azarlamak (Evren 1952: 476), ilaç yapmak, tedavi uygulamak anlamındaki- "parpılama" kelimesini; kurdeşen, alazlama, kızıl yel, yanma gibi çoğunlukla deri hastalıklarının tedavi yeri, şekil ve vasıtaları anlamındaki "ırvasa" (Evren 1951: 439) ile bedene küçük vuruşlar diyebileceğimiz "çentme, kıyma" yöntemini çoğu kez bu dinsel-büyüsel uygulamaların adı olarak görürüz.

Ocaklar tedavisi edilen hastalığa ve soruna göre "alazlama ocağı, köstü ocağı, yılancık ocağı, temre ocağı gibi" isimler almaktadır. Konya'da hastalıkların tanı ve tedavisinde eskiden beri etkisi olduğuna inanılan ve şifa bulmak amacıyla gidilen ocakları alfabetik olarak şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Alazlama Ocağı:

Alazlama (kurdeşen) can sıkıntısı, üzüntü ve kederin sebep olduğu bir hastalıktır. Vücudun çeşitli yerlerinde ortaya çıkan kızartılardır. Hastanın sürekli olarak üşümesi, yüksek ateş, vücutta giderek beyaz fasulye büyüklüğüne erişen kaşıntılı kabarcıklar bu hastalığın önemli belirtileridir. 

Tedavisi ise şöyledir: Ocaklı önce tasta su ile tuzu karıştırdıktan sonra kurdeşen veya alazlamanın üzerine üç defa sürer. Ocaklı, tedavi için demir parçasını ateş üzerinde kızdırır. Hastanın üzerini beyaz bir örtü ile örttükten sonra, kızgın demir parçasını üzerinde gezdirir. Bu işi yaparken sureler okur.

Başka ocaklarda ise alazlamaya tutulanlar yatırılıp üzerine eski bir çul ya da bez atılır. Bahçeden ve bağlardan toplanmış ince dallı süpürgelerden beş on kuru dal getirip hastanın üzerine koyarlar ve dalları yakarlar. Süpürge telleri yanarken başka bir süpürge ile hastanın üstü "Ocağına geldim alazlamanı süpürüyorum, alazlaman sönsün…" sözleri tekrarlanarak süpürülür. Bu işleme üç gün devam edilir. Üçüncü gün nezir olmak üzere ocaktan olan kadına bir çift çorap, bir oyalı yazma, beş on yumurta veya para gibi şeyler verilir. Nezir verilmez ise alazlamanın geçeceğine inanılmaz (Evren 1952: 476).

Ocaklarda alazlamayı tedavi eden usta kimseler bulunur ve büyükler sağ oldukça küçükler tedaviye cesaret edemezler. Yaşlı ocaklardan biri, sağ elini yaşça küçük birinin sol eli üstüne koyup "Evladım benim zamanım yok bundan sonra gelen hastaları sen alazla." deyip üç defa sıkarsa tedavi yetkisi verilmiş olur. Babadan oğula geçen ocaklık geleneğinde baba sağlığında yetki vermese de öldüğünde oğluna sağaltma yetkisi miras kalabilir (Aydın 2006: 101-102). Günümüzde bu ocaklık geleneğini daha çok kadınlar uygulamaktadır.

Doğanhisar'da kayınvalidesinden el verme yoluyla alazlamayı öğrenmiş olan kaynak kişi (vücuttaki herhangi bir) alerjinin tedavi yöntemine "alavlama" demektedir. Hasta yatırılıyor. Alerji bölgelerinin çıplak olması gerekiyor. Hastanın alerji olan yerlerinde ellerini okuyarak gezdiriyor. Sonra da iki el büyüklüğünde bir bezin üzerinde ateş yakılıyor. Bu, hastanın üzerinde gezdiriliyor. Hastanın üzerine tükürülüyor ve sonra da sobanın külünden ekiliyor. Bundan sonra hastaya perhiz uygulanıyor. Hastalığı hafifse bir hafta, fazlaysa iki haftalık bir perhiz uygulanıyor. Peynir, bulgur, turşu, mercimek, kuru fasulye, patlıcan, yumurta vs. yiyeceklerden uzak durma şeklindeki perhiz söylenir. Tedavi süresince hastaya ocak evinden bir parça ekmek verilir ve hastanın yemesi istenir. Ayrıca çokça pekmez, bal gibi tatlı şeyler yemesi istenir.

Günümüzde eski uygulamaların devamı niteliğinde şu işlemler yapılmaktadır. Kırmızı tülü (örtü) hastanın üstüne örtüldükten sonra kendir biraz tutuşturulup hastanın üzerinde söndürülür. Süpürgeyle süpürülüp Ayet'el Kürsi ve İhlâs suresi okunur.

"Türk inançlarında ateşin gökten geldiği ve yapısında 'koruyuculuk' ve 'temizleyicilik' unsurlarını taşıdığı (Buluç 1997: 328)" ve kamların ateşi ayinlerinde kullandıkları bilinmektedir. Alazlama uygulamalarında kullanılan ateş, Türkler arasında eskiden beri temizleyici gücünden; insanı kötülüklerden, kötü ruhlardan ve dolayısıyla hastalıklardan koruduğu inancından dolayı ateş kültü ile sıkı sıkıya bağlıdır. Kelime olarak da benzerlikler görürüz. Başkurt ve Kazaklar bir yağlı paçavrayı tutuşturup "alas, alas" diye dolaştırırlar; Altay şaman dualarında "alas" kelimesi çokça kullanılır; Yakut kamları okudukları afsunlarda "alias" diye bağırırlar (İnan 2000: 68). Kamların ateşi kullanmalarını ve eski Türklerde ateşle temizleme-takdis merasimi olarak düşünülen "alaslama"yı günümüz alazlama ocaklarında görmekteyiz. Ateşin sağaltma ve temizleme gücü "ateşle birlikte kötülüklerin de hastalığın da yanıp yok olacağına olan inanç" ayet-sure okuma ve Allah'tan şifa umma gibi İslamî motiflerle geliştirilmiş ve kullanılmaya başlanmıştır.

…

 

Kaynakça

AYDIN, M., G. ATASAĞUN, A. ARAS, N. ÖZTÜRK ve S. BAYBAL (2006) "Konya Merkezdeki Manevî Halk İnançlarının Dinler Tarihi ve Din Fenomenolojisi Açısından Değerlendirilmesi." Konya: Din Bilimleri Yayınları, Damla Ofset.

BULUÇ, Sadettin (1997) "Şaman." İslâm Ansiklopedisi, XI: 328.

ÇEVİK, Bülent (2008) "Konya'da Halk Hekimliği Uygulamalarının Dünü ve Bugünü." (Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) Sivas.

DUVARCI, Ayşe (1990) "Halk Hekimliğinde Ocaklar." Milli Folklor, 1, 7: 34-38.

EVREN, Afif (1951) "Konya'da Ocaklar, Irvasalar, Tekkeler, Türbeler." Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, y. 2, sy. 28: s. 439-440.

EVREN, Afif (1952) "Konya'da Ocaklar, Irvasalar, Tekkeler, Türbeler." Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, y. 2, sy. 30, s. 476-478.

GÖLPINARLI, Abdülbâki (1983) Mevlana'dan Sonra Mevlevilik. İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevleri.

İNAN, Abdülkadir (2000) Tarihte ve Bugün Şamanizm Materyaller ve Araştırmalar. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları (5.Baskı).

KURT, Şerife (1999) "Ortakaraören Kasabası'nın Halk Edebiyatı ve Folklorundan Örnekler." (Yayımlanmamış Lisans Tezi) Konya: Selçuk Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

PETEKÇİ, Ahmet (1952) "Bozkır Köylerinde Yeynilik, Saç Kesme ve Beşik Kertme." Türk Folklor Araştırmaları Dergisi,  2, 39: 622–623.

 

 

 

 

Konya nın eski Kervansaray ve Hanları.

 

Han ve kervansaraylar göçer ve sürü sahibi olan Türk insanının yaşamında çok büyük öneme haizdir. Ülkemiz hele bilhassa Kadim başkent Konya, Ülkemiz ve dünya coğrafyasında Asya ile Avrupa kıtaları arasında öyle bir önemli konuma sahip ki, ipek yolu üzerinde gerek Pazar açısından gerekse geçit yolu olarak yolların kesiştiği. Batıdan doğuya, Kuzeyden, Güneye, Ege'yi, Marmara'yı, Karadeniz'i Akdeniz'e bağlayan güzergâh üzerinde olduğu için yerli veya yabancı olarak. Kimileri satıcı olarak kimileri yolcu olarak bu han ve kervansaraylarda mutlaka yatmış istirahat etmiş karınlarını doyurmuşlardır. Bu ipek yolu üzerinde olan kervansaraylar çoğu zaman Selçuklular döneminde devlet eliyle işletilmiş gelen giden yolcuların hem istirahati sağlanmış hem de güvenlikleri garantiye alınmış hanlarda ücretsiz bu hizmetler verilmiştir. Bu verilen hizmetlerin görünüşte devlet e büyük yük getirdiği düşünülse de yapılan incelemeler sonunda devletin zarar değil bilhassa bu hizmetten çok karlı çıktığı saptanmıştır.

Şimdi bunlardan halen varlığını sürdüren ayakta kalmış olan kervansaray ve hanlardan bazılarını yer olarak sizlere tanıtmaya çalışacağım.

Şimdi adı han olup ta hanı olmayan bazı yerler var ki bunların mutlaka hanı varmış ama şimdilerde artık yok olmuş örnek mi Argıt Hanı, Kaşın Hanı, İsmil Hanı gibi…

İPEK YOLU Hanları

Horozlu Han, Zazadın Han, Obruk Hanı (Karatay), Akbaş Hanı, Katrancı hanı, Arabın Hanı, Sultan Hanı…

Daha sonra Aksaray Nevşehir Niğde arası hanlar Çifte Han, Ağzıkara Han gibi 

Zulmanda ve Zıvarık Hanları (Altınekin), Argıt Hanı (Selçuklu) Raziye Hatun (Sultan) Kervansarayı (Kadınhanı)
Lala Mustafa Paşa Kervansarayı (Ilgın) Ladik Hanı. Dokuzun Hanı, İstanbul yolunda Şadiye köyünün yakınında… Ayrıca Buzluk başı hanı vardı İstanbul yolunun genişlemesi ile yıkıldı burası kampus'e yakın yokuş bir mevki idi buraya han yokuşu denirdi. 

Kuru Çeşme Hanı (Beyşehir), Kızılviran Hanı (Kızılörende), Hocacihan (Akyokuş) Hanı ve Kızılören Hanı (Meram), Eli kesik hanı Derbent yolunda kalburcu (Güney) köyü karşısı restore edilmiş Tepeköy girişinde yine viran olmuş bir hanın olduğunu biliyorum.

Altunapa hanı baraj sularının içinde, Pamukçu hanı Hatunsaray yolunda, Demirli han Hasanköy ve eski Hatunsaray yolu üzerinde şimdi meram belediyesinin hobi bahçelerinin olduğu yer.

Çileder hanı ve iki gözlü köprüsü. Yeni açılan Karadiğin ile Kilistra köyü yolu üzerinde yapmacayı inince hanın yeri belli değil ama köprü sağlam kozağaç yolu üzerinde Cambaz Deli Osmanın hanı burası şimdi Osman ağa camii. 

Gelelim Konya iзi hanlara,

Kızılay hastanesi civarından valilik binasına kadar karaman caddesi İstanbul Caddesi ve Aziziye Cami eski garaj civarında idi genellikle hanlar.

Taş han Kızılay hastanesinin güney batısında idi kuzeyinde Necati Bey ilkokulu var idi şimdi yerinde çadırcılar bir mescit mühürcüler var batı tarafında ise park var hanın taş duvarları halen kendisini göstermekte az ilersinde Karakurt Hazretlerinin türbesi var. 

Gevrakinin hanı, gevraki hocanın vefatından sonra oğulları Mehmet Lütfi ve Mustafa bölüşünce biri Gevraki hanı diğeri Çukur han olarak işlem görmüşler. Daha sonraları torunlarına intikal etti şimdi bu Çukur hanın olduğu yerin bir kısmına yüksekçe binalara yapılmış bir kısmında ise kuşçular kahvesi var.

Kara Mustafanın hanı ayni zamanda Güzel İzmir hanı dır hakimiyet okulu karşısında 

Yeni han, bu han da hakimiyet okulu karşısında anlatılanlara göre kara Mustafa amcanın damadı olan zat Seydişehir kozlu köyünden İzmir de uzun yıllar çalışmış kara Mustafa vefatından sonra burayı güzel İzmir hanı olarak çalıştırmıştır. 

Зivlik hanı. Bu hanımızda Hakimiyet Okulu güney kısmında idi burası yıkıldıktan sonra bir ara tellal pazarı işlevi gördü şimdi nasıldır bilemiyorum.

Dedenin (kцsenin hanı)Bu handa eski yastıkçılar olarak bilinen yine hakimiyet okulu batı karşısında idi bu gün yeni açılan Larende caddesinin karaman caddesi ile kesiştiği yerde yıldız petrol olan yerde idi. 

Rahim başak hanı. Bu handa şimdi Karatay belediyesi batısında altın başak pasajı diye halen varlığını sürdürmekte.

Sulu han eski buğday pazarı kuzeyinde sobacıların karşısında buğday pazarı kuzeyinde idi at pazarı karşısında idi şimdi yerinde yeller esiyor sebzeci ve balıkçılar var. mezarlık hanı batısında idi.

Mezarlık hanı. Kadınlar pazarı batısında ki bu hanın iki kapısı vardı doğu ve batı kapıları. Şekli bozulmayan hanlardan biri içinde değişik işlev yapan esnaflar var kalaycı, yağ bal satıcıları gibi.

Bozkır hanı, Toros hanı da denirdi modern vakıf çarşısının güneyinde idi şimdi yerinde büyükçe binalar yapıldı.

Beyşehir hanı, bu handa Bozkır hanı hizasında Larende caddesi üzerinde halen şekli bozulmamış estetiğini koruyor ve içerisinde çeşitli esnaflar var.

Deli Rahimin hanı, burası kadınlar pazarı kuzey batı köşesinde İstanbul caddesi ile Larende caddesi köşesi şimdi içerisinde tuhafiyeciler var. Buraya çancılar hanı da denirdi halka arasında

 İki kapılı yeni han. Şimdi burası Ahmet Efendi çarşısı olarak bilinen yer aziziye cami karşısından girilip kadınlar pazarına çıkar buranın yanında ayni biçimde olan bir pasaj daha var ki burası da Eğri han olarak bilinirdi ancak 1980 sonrası yıkılıp yenilendi iki katlı büyük pasaj olarak esnaflara hizmet veriyor.

Hacı Tevfik hanı, Larende caddesi üzerinde sobacıların doğusunda şimdi içerisinde bir çok esnafın bulunduğu Sungur зarşısıdır.

Obruk hanı. Bu hanımız yine karaman caddesi üzerinde kadınlar pazarı güneyinde idi şimdi yerinde ova marketleri var.

Kabasakal hanı, Bu hanın yerini biliyorum Karatay belediyesinin doğusundaki Numune Hastanesi Polikliniği olduğu yer idi bu han çok büyükmüş genelde deve kervanları bu hana inermiş diye duyardık.

Mecidiye hanı. Burası halen estetiği bozulmamış hanlardan biri ve bedestenin en güzel alış veriş merkezi konumunda eski kцylerin mektup adresi beyanı idi

Başkatip Hanı. Bu handa obruk hanının hemen yanında Mengüç Caddesine doğru idi yine Karaman Caddesi üzerinde sayılırdı şimdi orası da yıkık yerinde başka binalar mevcut

Zincirli han. Saray çarşısının olduğu yerde idi.

Dedeler hanı, odacı döviz yanı halen durumunu koruyor.

Nalbant İbrahim'in hanı. kapı caminin yanında odun pazarının karşısında idi şimdi orası da demirciler oto parkı olarak işlev yapıyor kapı caminin güney batısındadır. Araştırmalarımda yaşlı ağabeylerimden edindiğim bilgilere gör son zamanlarda buraya ahır derlermiş

 Şehrin uzak yerlerinden çalışmaya gelen insanlar atları ile gelir bu ahıra bağlar akşam olunca da bu atları ile evlerine giderlermiş bir nevi dolmuş imiş bunlar. Değer hasan öz önder hocamızın 1996 yılında yazdığı Konya şehir hanlarının İstanbul Caddesi, tarafında olanların mevcudiyetini ve yerini tam olarak tespit edemedim ne yazık ki. Bunlar bu gün Fatih çarşısı olan yerin doğu karşısında Eset Efendi hanı. Bunun kuzeyinde Alişan hanı. Mahmut Şevket Paşa okulu doğusunda Tahralı hanı. Bu gьn fatih зarşısı olan yerde ise Terkenli hanı. Vardı. Bu hanın sahibi yanılmıyorsam gayrimьslim idi. Bu hanlarda bizim kırsal gara dakım dağ kцylьsь insanlar bu hanlarda pek yatmazdı. Buralar birinci sınıf hanlar bu hanlarda civar kцylerden gelen ağalar ve ağaların atları fayton atları gibi hayvanlar barınır yatakhanelerinde ise zengin insanlar yatardı. 

Bundan 57-60 yıl kadar цnceleri Konya hanlarında yaşadığım hatırlarım.

İlk hatıram yerini yukarda belirttiğim mezarlık hanında yaşadım. Hana akşam vakti girdik girerken her zaman yaptığım dikkatli sokak ve levha araştırmamı yapmıştım ama hanın iki kapılı olduğunu bilmiyordum. Biz hana batı kapısından girdik, sabahın erken saatinde kalktım baktım bir kapı var oradan bir çıktım uyku mahmurluğu ile akşamdan gördüğün işaretler yok. O korku ile hemen beraber geldiğimiz ve halen kocaman han odasında yatmakta olan köylüm ibrehem (İbrahim) emmiye emmi emmi kalk bizim hanın yerini değiştirmişler diye telaşlı seslenince herkes uyandı ve bana hayretle baktılar gülüştüler meğerse ben hanın doğu kapısından çıkmışım çok utandım oradaki yatanlardan.

İkincisi yine köylülerim olan şehit eşleri Şefika (eşi Çanakkale şehidi) ve Fadim (eşi kurtuluş savaşı şehidi Mülazim Hüseyin) yengeler ve bunlardan Fadim yengenin kızı olan annemle yaşıt Menşure yenge vardı. Onların üç aylık devletin verdiği maaşlarını almak için önce bankaya gittik bankada mülâzim eşi olan yengeye 311 lira öbürüne 300 lira maaş verilmiş bu farkın nedenini bana bankadaki memura sordurdular sordum rütbe ve tütün parası farkı olduğunu öğrendim mülazim olan sigara içmezmiş ve subay imiş 5 lira tütün farkı 6 lirada rütbe farkı imiş ama kadınlar arasında baya bir sürtüşmeye yol açmıştı bu durum çünkü çok alan kadın benim kocam subaydı deyince öbürünün itirazı benimki de onbaşıydı olmuştu. Ayni günü akşamı idi hanlarda yatılan yerler büyük bir odanın her köşesinde bölüm bölüm köylüler toplanır evlerinden getirdikleri bürümcek keçe kepenek veya bir palto eskisini üzerine örtüp uykuya varırlardı tabı bu odalarda hanımlar pek yatmazdı. Ondan dolayı bu hanınlar taş han da üç kişilik bir oda tuttular bu adada bende yanlarında yatacaktım. Ayrı odalarda karyolada yatırsan fiyatı bir lira umum odada yatarsanız fiyatı elli kuruş idi. Fakat karyolalar ufak olunca ben yanlarına sığınamadım onların haberi olmadan yanlarından kalkıp gittim ahırda hayvanların batmasına(yemlikleri) yattım sıcaktan da istifade ettim sabah kalkınca beni bulamayan hanımlar hanı birbirine kattılar ama ben bu gürültü ve figana uyandım da olayı tatlıya bağladık.

Üçüncü. Ayni hanımlar ile birçok kere Konya ya geldiğim olmuştu. Bu sefer kara Mustafa'nın hanında bir dört kişilik oda tuttuk onlar maaş aldığı için benim ekonomik durumun zayıf olunca benim paramı onlar öderlerdi.

O hanın önünde bakkal olan Yusuf İşcan isimli bakkalın oğlu Ali ile arkadaş oldum o bana adını duyup ta belki hiç yemediğim bir portakal verdi. Onu getirip odada soyacaktım ki kokuya hanımlar uyandılar portakalı nereden aldığımı sordular arkadaşım verdi deyişime inanmayıp beni bakkala götürüp onun verdiğini öğrendikten sonra rahatladılar. Yani çocuk çaldı filan ise başımıza bela gelmesin diyerek dürüstlüğün örneğini gösteriyorlardı.

Babam merhumun anlattığı bir anı ile devam ediyorum sene 1945 elimizde harçlık sigara paramız yok ormanlardan topladığımız odunları satalım üç beş kuruş alalım diye Konya ya gelmişler ikişer merkep yükü odun ikişer buçuktan beş liraya odunları satmışlar kara Mustafa'nın hanına yatmışlar. Sabahleyin ne görsünler her taraf yarım metre kar olmuş ne yapsınlar han parası lazım yiyecek para lazım. Hancıya yalvarmışlar ne yapalım diye akıl danışmışlar. Mustafa emmi gidin marangozlardan iki tane kar küreği alın şuradan tahta tepen den başlayın Çaybaşı mahallesine kadar kar kürürüz diye bağırın sokaklarda çok para kazanırsınız demiş o yıllarda bu semtin evlerinde çok çatı yokmuş. Ama bir sorun daha var ayağımızda çarıklar ıslanınca eskidi deyince hancı eski beki ayaklarına birerde kabaralı postal buluvermiş iki gün kar kürümekle iyi para kazanmışlar sonra şehirden ayrılıp köy köy geceleyip 3 günde köye varmışlar babam bunları hüzünle anlatırdı.

Son hatıramı nakledeyim. Sene 1970'lerdi köy ihtiyar heyetinde kâtiplik işini üstlenmiştim. Bu işle ilgili bilgileri almak için Osmanlı delikanlısı cumhuriyetin ilk öğretmelerinden olan Mustafa Efendi, Hasan Efendi diye bilinen köylülerimiz vardı. Mustafa Efendinin şimdi Karatay belediye binasının yerinde konfor palas diye otelli vardı oğulları bu oteli çalıştırdığın için Mustafa amca lobide oturur gelen eşi dostu ile sohbet ederdi. Ben iş danışamaya varınca benimle sohbet eder hal hatır sorardı. Bir keresinde bana Detseli oğlu sen deli Osman'ın hanını bilir misin? Bilirim hocam o handa yattım bir gece deyince hanın hikayesini bilir misin? Bilmem dedim, anlatayım dedi. Benim en çok sevdiğim ve merak ettiğim şeyler bunlar can kulağı ile dinledim.

Konya da meşhur Deli Osman lakabı ile anılan zat fakir babadan öksüz bir zatmış. Anacığı Konya cezaevinde çamaşır yıkar temizlik işlerinde çalışırmış.

Bir gün müdür yanına çağırmış kadını, kızım bir idam mahkûmunun cezası infaz edildi. Adamın elbiseleri baya yeni bunları götür evinde yıka oğluna sakla veya bir başkasına ver deyip elbiselerin ve belinin kuşağını bir çuvala koyup kadına verir.

Akşam eve gelen kadın çamaşırları yıkamak için ortaya çıkarınca kuşak eline çok ağır gelmiş kuşağı katını açınca ne görsün içinde çok miktarda altın var. Şaşırmış, ertesi günü o elbiseleri doğru müdüre götürüp durumu anlatmış. Müdür şaşkınlıkla ve hayranlıkla kadını dinlemiş. Ve hadi kızım bunlar senin nasibinmiş alıp git oğlun büyünce o sermaye yapsın demiş mesele kapanmış. Deli Osman büyümüş, anacığı altınları ona verip hikâyesini anlatmış. Olaydan çok etkilenen Deli Osman denen ama çok hassas ve akıllı olan kişi aldığı altınları bozdurup Karaman yolu üzerinde bir çiftlik kurmuş bu çiftlikte yetiştirdiği malları kesip yaptırdığı yemekler ile yolcuların karnını ücretsiz doyururmuş. Hatta rivayete göre "yemek yemeyi reddedenleri döverek zorla yedirdiği" anlatılır diye devam etti. Konya idarecileri ile dostluk kurar valisini belediye başkanını il ileri gelenleri ile samimi konuşurmuş. Bu зiftliğine gelenlere Konya'da olup bitenleri sorarmış. Bir adam Konya susuz yanıyor, Konya da su yok demiş. Bunun ьzerine atına atlayan deli Osman doğru Konya ya gelip atıyla birlikte o zamanlar ahşap merdivenleri olan kona vali binasına korumaları filan dinlemeden зıkıp huzura varmış. 1903'lerin Konya valisi Avlonyalı Ferit paşa zaten yakından tanıdığı deli Osman'ı gцrьnce, " Ne o deli ağa artık makama atla mı gireceksin in attan da gel konuşalım" der, ama deli Osman aklındakini sцylemeye başlar. Vali vali Konya halkı susuz kırılırken sen burada nasıl rahat oturuyorsun der. Vali bey yahu bu vahim durumdan bende rahatsızım ama su bulamadım uzak yakın bulsam getireceğim deyince Osman, var hadi gidelim sana bol su bulayım deyip valiyi Зayırbağı kцyьne gцtьrьr ve зaydan gьldьr gьldьr akan suyu gцsterip "aha sana su" der. 

Suyu bulunca sevinen vali ertesi günü köye heyeti ile gidip suyu Konya ya götüreceğini söyleyince köyün ileri gelenleri itiraz edip isyan ederler ve köylüyü kışkırtırlar. Bu durumu yine Deli Osman'la paylaşan vali ne yapmalı diye düşünürken Deli Osman "vali ağa sen o ileri gelenleri candarmaya yakalatıp getir kodeste bir hafta yatırırsan öbürlerinin sesi kesilir" der ve öyle yaparlar. Köyden suyu almayı başarırlar. Bu sevinçle vali Deli Osman sorar bir isteğin var mı benden bu hizmete karşılık der. Deli Osman biliyorsun ben yolculara hizmet etmeyi severim buralarda benim adıma Birhan yaptırıver insanlar faydalansın isterim deyince isteği kabul olur ve Deli Osman'ın hanı böyle doğar. Ancak hikâye bu kadar değil Mustafa amcanın anlattığı.

Devamı şöyle bol su bulmanın sevinci ile Vali Ferit Paşa her gün suyolu kazan askerleri kontrole gidermiş. Suyolu Beybes Kozağaç köyü yakınlarına gelmiş sevinç artmış. Yine bir sabah Vali Paşa atlarına binmişler kontrole gidiyorlarmış bu gün ki Antalya yolu Karahüyük kavşağını geçmişler. Karşılarına bir ihtiyar köylü gelmiş, elinde çekmekte olduğu çok zayıf bir deri bir kemik olan bir öküz sırtında bir heybe bazlama ekmek. Öküz durunca adam heybeden bir ekmek veriyor öküze, ekmeği yiyen öküz iki yüz metre kadar gidiyor yani ayakta durması bile güç bir hayvan.

Vali bey adam selam verip bu hayvanı nereye gцtьrdьğьnь sorar? Adam pervasızca Gonya'ya pazara indireceğim evlat satacağım deyince. Vali yahu emmi bu etsiz yağsız цkьzь kim alır ki hayvana eziyet bari etme der. Valiyi tanımayan kцylь başını umursamaz vaziyette sağ sola зevirip, "bunumu marak (merak)ettin oğul sende. Orası Gonya, Зarşambayı Perşembeyi bilmeyen bir gidi зıkar alır sana ne der" yoluna revan olur. Bu sцz vali beyin зok hoşuna gider ve bu sцzь zihninde tekrarlarken yaverinin yanına varır ve aklı başına gelip yaverine sorar. Yaver bu gьn gьnlerden ne? Yaver şu cevabı verir "Sayın paşam her gьn buradayız ayı gьnь yitirdik vallahi gьnlerden ne bilmiyorum."  Kendi zihnini yoklayan Vali Paşa da o gьnьn ne olduğunu hatırlayamayınca Yavere dцner, "bu adamın dediği Зarşambayı Perşembeyi bilmeyen gidiler biziz demek ki gel şu цkьzь biz alam da ahзıya verelim askerlere et suyu olarak kaynatıp iзirsin" der ve цkьzь alırlar keserler. 

HANLAR

Yol üstünde görürüm eski ve yıkık hanlar

Konaklamış içinde nice yorgun insanlar

Ömür yetmez yol bitmez uzayıp giden yollar

Beni tarihe götüren yıkılmış viran hanlar

*

Nerde eski han görsem şöyle durur bakarım

Eskiyi düşünürüm ta ezeli yaşarım

İçimden hüzün gelir bir bakmışın coşarım

Bana tarihi yaşatan eski ve viran hanlar

*

Ey garip han yolcusu nasıl aştın cebeli

Hanlar dinlendirirdi yorgun gelip gideni

Biri konar biri kalkar karşılaşır yolcular

Yolların konak yeri eskimiş viran hanlar

*

Kiminin yükü aktar kimininki ipek şal

Gel arkadaş yorgunsun sende bir gün burada kal

Saman versin atına handa hancı çırağı

Bizleri dinlendirip gurbete salan hanlar

*

Şimdi yıkık ve mahzun üzgün üzgün bakıyor

Senin mazin çok eski yüreğimi yakıyor

Ey garip han yolcusu tüter miydi ocağın

Bana bir şeyler diyor her köşen her bucağın

*

Virane bir han gördüm ıssız bir dağ başında 

Bir tarih okunuyor hanın binek taşında

Yapılışımı bilmem bir mart bin üç yüz ondu

Kaba bir hesap yaptım bu han yüz on yaşında

*

O günleri anarak giderken uzun yolda

Tarihi unuturuz jet hızlı otolarla

Bırak beni bir gece yatasım var şu handa

Maziye ışık tutan sessiz ve viran hanlar

*

Şair İsmail bırak hanlar mazide kaldı 

Sende yatan her yolcu derin düşlere daldı 

Şimdi ismin değişti otel ve motel oldu

İsmi yenilenirken kendi kaybolan hanlar

 

26/ TEMMUZ/ 2003 KÖY 

İSMAİL DETSELİ 

 

 

Muhabir: TE Bilişim