Cumartesi günü apartmanın görevlisi rahatsız olduğundan evin çöpünü boşaltmak için, belediyenin koymuş olduğu büyük çöp kovalarına çöp atmaya gittiğimde yaşlı bir amca ile karşılaştım.

Geri dönüşüm için çöp kovalarından plastik, kâğıt, metal cam gibi atıkları ayrıştırıyor, bu işten geçimini sağlıyordu.
Görmüş geçirmiş biriydi besbelli. Özgüveni çok güçlü, gözlerinin içi gülüyordu. Belli ki hayat onu hem yormuş hem de yoğurmuştu.

Tek amacı geçimini sağlamaktı akıllı birisine de benziyordu.

Kapitalist toplumun tüketim yarışı ile tükenen kaynaklarımız ile zayıflayan insanlığımıza inat o yeniden dönüştüren sistemi işleten bir meslek seçmiş ya da seçmek zorunda kalmıştı.

Çöpü büyük kovaya bırakırken, birden bana döndü elindeki iki elmayı gösterdi. Kırmızı ve yeşil sapa sağlam iki elma.
Günah değil mi evladım, şu elmalara bak dedi. İnsanoğlu ne kadar israf eder hale geldi, günah değil mi dedi.
Haklısın amca dedim, düşünmeye başladım.

İnsanın ve insanlığın kim olduğu çöplüğünde saklı…

Memleketin birinde rast gelmiştim, komşu komşunun sürekli çöpünü kontrol ederdi. Ne yer ne içer ne kullanır. Komşusu hakkında bilgi toplardı.

Hatta yarış halindeyse ne kadar eksik kaldık, ne kadar iyiyiz onu kontrol ederlerdi. Biraz haset biraz fesatlık işte…

Kapitalizmin insanları soktuğu durum bu… İnsanları ata, yaşamı da at yarışına çevirdiği yaşam bu değil mi?

Toplumsal yaşamın hızı arttıkça döngü hızlanıp vahşi rekabet yaşamımıza girdikçe, kalite, verimlilik de önemin kaybetmeye başlamadı mı?

Çöpü kovaya bırakıp markete gitmiştim. Market sebze ve meyveleri halden getirmiş, yeşilliklerin dış yapraklarını ve ürünü düzgün göstermeyecek olanlarını temizlemiş market dışında bir sandığa düzgünce koymuş. İhtiyaç sahipleri gelsin alsın diye.

O az önce karşılaştığım amca oraya da gelmişti. Sandıkta olanları görevli ile konuşarak alıyordu. Tazeydi temizdi ama dış görünüşü çok iyi değildi. Bizzat tarlada ürünü yetiştirip satan üretici de benzer ürünleri atmaz uygun olanlarını pişirmek için kullanırdı. Onlar için bu bir emekti. O derece de iyi idi. Eğer tezgâhta kalsa hem kendi bozulabilir hem de diğer ürünlerin bozulmasına da sebep olabilirdi. Amca onları da düzgünce bir çantaya evine götürmek veya birilerine vermek için çantasına koydu.

Milyonlarca insanın açlıkla imtihan olduğu bu dünyada, tüketirken israf eden varlıklı sınıfında olan insanların imtihanı çok daha çetin olsa gerek diye düşünmeden edemedim.

Amca beni otelcilik mesleğime götürdü. Açık büfe restoranlarına her şeyin var olduğu beş yıldızlı otellerde israf artık kontrol edilemez boyutta.

Bir bayan müşterimiz şöyle diyordu; “masama her şeyi alıp gözümü doyuramazsam rahat edemiyorum ‘’ o zaman ne kadar üzülmüştüm.

Hatta Restoranın girişine ‘’ İsraf olmasaydı dünyamız nasıl olurdu ‘‘diye yazmıştım. Bu yazı da bana hüzün vermişti. Çünkü yemeğe girerken okuyan çok nadir insan çıktı. Okuyanın çoğu karnı doyunca yazıyı okudu. Ah israf olmasa ne güzel olurdu, israf haram gibi kısa yorumlarla israfa dair kalplerini rahatlatmışlardı. Çünkü masalar savaş alanı gibiydi. Yemedikleri her şey çöpe dökülmek üzere bekliyordu.

Herkes israfın iyi bir şey olmadığını az ya da çok biliyor. İsraf olmamasını da istiyor. Hatta israf olamaması için gerek emir, gerek söz, gerek istekle beyan da ediyor ama bizzat kendisinin israfın kaynağı olduğunu bir türlü idrak edemiyor insan.

Yaşamın hızlı döngüsünde, tüketimle mutlu olmaya ayarlanmış insan psikolojisi, tüketmeden rahatlayamıyor. İsteklerimiz ihtiyaçlarımızın çok önünde. Artık her şey çabuk eskiyor, her şeyden çabuk sıkılıyoruz.

Toplumsal başarı ölçütü olarak daha rahat tüketebilme kabiliyetini tek yeterli ölçü olarak kabul ediyoruz. İsrafın en çok yapanı olarak, tüketebilme kabiliyetine sahip olmayı büyük bir şans olarak da kabul ediyoruz. Toplumsal yarışın doyumsuz ruhu bunu tek değer ölçüsü olarak kabul ediyor.

Halbuki; ‘’hiç kimse yaşamdan daha hızlı gidemez’’ derken ne kadar çok şey söylemiş Milan Kundera, Yavaşlık kitabında.

Kapitalizmin hırs üreten doyumsuz tüketim dürtüsü, hız, rekabet ve yarış ile başta yaşamımız; her şeyi tüketim malzemesi haline getirirken sadece çarkının döndüğüne bakıyordu.

Sadece kendi zenginliğini yüceltiyor ve sahip olduğu her şeyi daha iyi korumak için insan, kendi malının bekçisi haline geliyordu.

İnsanlığı öğüterek, sahteleştirerek, ilişkileri bozarak iletişimleri kopararak ve tükenerek…

Aslında o amca çöpten bulduğu kırmızı ve yeşil elma ile bizi bize gösteriyor, bize ayna oluyordu.

Ne demişler iyi dost olanın aynaya ihtiyacı olamaz.

Gerçekten üretmek, ihtiyaç kadar tüketebilmek bir bilinç ve kültür hatta yaşama mana katan çok önemli bir yaşam öğüdü. Hatta insanlığı tarif eden çok önemli bir gösterge…

İsrafı önlemenin en önemli yolu özellikle ön planda olan insanların doğru tüketime ve israf etmemeye örnek insanlar olması lazım.

Bu da sahip oldukça tevazuu sahibi olmayı, örnek yaşamların temsilcisi olmayı da gerektirir.

Otel patronlarımdan birisinin en çok sevdiğim özelliği; otel hayatında, özel hayatında nerede olursa olsun sadece ihtiyacı kadar tüketme alışkanlığına sahip olmasıydı. Hatta ben onun doyarak yediğini hiç görmedim. İmrenirdim. O yerken ben eksiklerimle yüzleşirdim.
Elinde kırmızı ve yeşil elma ile geri dönüşüm işçisi amca birçok âlimden daha değerli bir gerçeği yüzümüze vurmuştu.
Düşündüm, daha çok tüketerek, ihtiyacımızın ötelerinde ürünlere sahip olarak acaba kimlere hizmet ediyoruz.

Tüketirken ya da daha doğru bir soru ile daha çok sahip olarak; acaba daha refah bir toplumun değerli bir üyesi mi oluyoruz, yoksa modern kapitalizmin tüketen ve tükettiren hizmetkârı mı oluyoruz?