Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı ;
“ Bir çeyrek asır Abbâsi Hilâfetini itidâl ve temkinle idare etmiş koca hâlifeye kader, bir mendil kadar kara parçasını çok görmüş ve O'nun yeryüzünde, herkes için tabiî olan bir mezarı ve mezar taşı dahi olamamıştı, kezâ ne el-Mûktedir, ne de Şağâb Hatun böyle bir akîbete layık kimseler değillerdi.” diye hazin bir yorum yapmıştır.
      Çünkü, el-Mûktedir'in cesedi yürekler acısı bir halde yatarken, askerler üzerinde ne varsa yağma etmişler ve O'nu uryân bir şekilde, sokak ortasında bırakıp gitmişlerdi.
       Ama bu feci görüntüye yüreği daha fazla dayanamayan bir adam, hâlifenin cesedinin üzerini örtüp ve hemen bir çukur kazarak oraya gömmüş, yeri belli olmaması içinde, üstünü toprakla kapatmıştır.
       Fakat bu hazin son, her ne kadar birilerini mutlu etse ve çıkarlarına kapı aralasa da, Bağdat halkını derin üzüntüye boğmuş ve hâlifelerinin ardından çok gözyaşı dökmüşlerdir.  
       el-Mûktedir'in ölümüyle tam sular durulacak diye beklenirken, herkese yine hilâfet tahtına kimin oturağı kaygısına çökmüştür.
      Bir kaç isim üzerinde duruluyordu ve münâkaşalar yine had safhaya ulaşmıştı, fakat ölümüne sebep olduğu için sıkıntı içerisinde olan Mûnis el-Hâdim, sözüm ona hem Şağâb Hatun'un hem de, Teyze Hatun'un biraz olsun gönüllerini alıp, hem de vicdanını rahatlatmak için hâlifeliğe el-Mûktedir'in oğlu, Ebû'l Abbâs'ın getirilmesini ister.
     Ama kaderin yine bir garip tecellisidir ki, Ebû'l Abbâs'da anasının kucağında küçücük bir çocuk olduğu ve O'nun tahta geçmesiyle, Şağâb Hatun'un'da devlet işlerine yeniden müdâhil olabileceği ihtimâline karşın, saray heyeti bu teklife karşı çıkar ve el-Kâhir Billâh'ı yeniden, Abbâsi hilâfetinin başına getirirler.
      Korkulan olmuş ve Şağâb Hatun için kâbuslu geceler yeniden söz konusuydu. Zaten uzun yıllardır “ İstiska ” hastalığıyla mücadele eden  Şağâb Hatun için, oğlunun ölümü de hastalığını tetikleyen ve hazin bir sonun başlangıcına iten bir unsur olmuştu.
      Yemeden içmeden kesilen güzel sultan, ıstırap içerisinde kıvranıyor ama en acısı da, bu yaşadıkları artık izzet-î nefsini incitiyordu.
      Adeta gök kûbbenin başına çöktüğünü düşünen  Şağâb Hatun'un durumu git gide kötüye giderken, acısına dahi yanmasına izin vermeyen üvey oğlu ve yeni halife el-Kâhir, O'nu yaka paça huzuruna getirterek, bu güzîde hanıma altın, gümüş ve kıymetli mücevher, yani neyi varsa itiraf etmesi için türlü eziyetler yapmaya başlar.
       Ölümünden önce bi-çare bir halde, annesinden medet dileyen oğluna dahi yardım edemeyen Şağâb Hatun'un, ne yazık ki maddî mânâda hiçbir şeyi kalmamıştı, kezâ sadece üzerinde bulunan birkaç parça ziynet eşyasından ve kıymetli elbiselerinin bulunduğu bir sandıktan başka, bir şeyi olmadığını sanki bir suçlu edasıyla el-Kâhir'e söyler.  
       Oysa ardı ardına gelen harpler ve felâketler neticesinde her şeyini kaybeden Şağâb Hatun'un, bu beklenmedik hadiseler sahip olduğu her şeyini alıp götürmüş ve adeta bir zavallı durumuna düşürmüştü.  
      Şağâb Hatun'un bîtap bir halde yaptığı bu itiraflar karşısında gözünü kan ve hırs bürümüş olan el-Kâhir, çılgına döner ve sütünden nasiplendiği annesine, en ufak bir minnet dahi duymaksızın en ağır şekilde, işkenceler yapılmasını emreder.   
       Dayak ve hakâretlerle, kendisini kucağında şefkâtle büyüten ve sayısız nimetlerle ihsânda bulunan annesi Şağâb Hatun'a, korkunç eziyetler eden el-Kâhir, bununla da yetinmez ve bu gönüller sultanını, baş aşağı gelmek üzere tavana astırır.
       Günlerce bu şekilde tavanda asılı olan Şağâb Hatun'u, bu halde iken bile dövüyorlar ve işkencenin boyutunu git gide onursuzca artırıyorlardı.
      İnsanlık dışı işkencelerin sonrasında hızını alamayan cani el-Kâhir, Şağâb Hatun'un küllî hayır olarak daha evvel, Hârmi Şerif ( Mekke ) Mescid-î Âksa ( Kûdüs ) ve Mescid-î Nebî olmak üzere, tüm devirlerde ve yer, gök ehlînce mukâddes sayılan beldelere bağışladığı, bütün Vakıf mallarına da el koymak istiyordu.
       Fakat ne pahasına olursa olsun, buna rıza göstermeyen Şağâb Hatun, hiçbir şekilde el-Kâhir'in isteğine boyun eğmese de, ihtirâs kurbanı el-Kâhir sadece güzel sultanın değil, akraba ve yakın çevresinde kim varsa, hepsinin mallarını müsâdere ederek, onları bir daha toparlanmamak üzere perişan eder..