Toplumumuzun en önemli problemi olarak okuma alışkanlığını görüyorum.  En zor kazandığımız alışkanlığımız.
Hal böyle olunca, sadece kitabı değil, hayatı da okumayı çok da beceremiyoruz. Televizyonlarda tartışmalarda kelli felli hocaların,   liderlerin olayları değerlendirmelerindeki tutarsızlıkları,  lüzumsuz kavgalar, dünyaya bakış açımız, dünyadaki gelişmeleri algılayış biçimimiz, kendimizi ifade etmekte çektiğimiz güçlükler hepsi okuma konusundaki yetersizliğimizle ilgili diye düşünüyorum.

Okuma deyince, sadece kitap okumak değil çevremizdeki olayları değerlendirme biçimlerimiz, bakış açımızdaki sığlığımız hepsi; okuma, anlama, algılama ve hayata geçirme becerimizin yetersiz kalması da elbette okuma aşamalarındaki zayıflıklar olarak görülmeli.

Bence, bu büyük bir problem. Okullarda hiç bir şey öğretmeseler, kazandırmasalar okuma alışkanlığını kazandırıp sevdirseler,  bu toplum şimdikinden çok daha kaliteli olur.

Ben şu an okumayı çok seviyorum ama AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesine başladığım yıl,  ders dışı bir düzine bile kitap okumamış olduğumu fark etmiştim. Eksikliğimi fark eder etmez bu alışkanlığı kazanmaya çalıştım.

Benden çok daha kötü milyonlarca insan var.  Okumaya ya çok geç başlamış ya da hala okurken zorlanıyor. Okumaya devam edip de hala okumayı kitap bitirmek olarak görenler de bir o kadar fazla.
Bir hedefi gerçekleştirmek üzere, bir problemi çözmek üzere soruların içeriğini araştırarak kitap arayıp bulup okuyan çok az.

Okuma elbette kitap, gazete gibi yayınları okumakla başlar. Okudukça yazılara, hayata çevremize yüklediğimiz manalar da değişmeye başlar.

Şimdi bakıyorum da dünyadaki gelişmeleri tam olarak algılayamamamızın altında yeterli okumamamız var.
Kendi tarihimizi, dünya tarihini, geçmişten günümüze yaşayan sorunları doğru algılayamamamız da bundan dolayı.
Olayları değerlendirirken doğru sorular soramamamız, duygularla olayları değerlendirmemiz de okuma zayıflığımızla ilgili.
Ama çevremizdeki problemler, dünyadaki gelişmeler binlerce yıllık oluşumların yansıması ama çoğundan bir haberiz.

Böyle olunca işin kolayına kaçıyoruz. İnancımız, fikirlerimiz oluşurken hayatımızı ipotek vermemiz de bundan.
Onun için ortak ilkeler oluşturamıyoruz. Milli olabilecek ortak paydalarımız zayıf.
İnancımızı ipotek ediyoruz.  Başkalarının yanlışı ile yanlışa kapılıyoruz. Kuran’ının mealini ve tefsirini okumamış çok insanlarımız var.
Milliyetçi olarak kahramanca ölüyoruz ama Türk milletinin tarihi gelişmesini okumamış çok insanımız var.
4000 tane kitap okumuş Kurtuluş savaşımızın ve yeniden var oluşumuzun lideri Mustafa Kemal’in ismini suiistimal edip onu okumamış çok insanımız var.
Yeteri kadar okumadan sağcı solcu, dindar, Atatürkçü oluşumuz, akil adam, bilge adam gibi kendimizi görmemizin sebebi de eksikliklerimizin kamufle edilmesi değil mi?

Bunun içindir ki başkalarının yüz yıllık planları canımızı acıtmadan uyanamıyoruz.  Sık sık krizlere giriyor, darbelerle devlet yönetiyoruz. Çünkü onlar bizim değerlerimizi daha iyi okumuş, değerlendirmiş,  anlamış, algılamış ve bize karşı Truva Atı olarak kullanabilecekleri seviyeye gelmişler.

Senin partin kötü benimki iyi gibi çok basit bir siyaset anlayışı ile siyaset yapmayı maharet sanıyoruz.
Son zamanlarda FETÖ terör örgütünün siyasi ayağı kim tartışması aldı başını gidiyor. Bu tartışma üzerinden siyasi getiri sağlama bayağılığı bize ne kadar yakışıyor siz karar verin. Soruyu hep yanlış ve kısa vadeli fayda sağlayacak şekilde ama kökten çözmekten uzak biçimde soruyoruz.

Oysa FETÖ’nün siyasi ayağı kim sorusu yerine;
Bu tip paralel yapılar nasıl oluyor da millet için siyaset yapılması gereken alanlarımıza kendini konumlandıracak ayaklar bulabiliyor?  Devletimizin kademelerinde mevzilenebiliyor? Bunu çözsek o zaman millet için var olan büyük devleti de kuracağız. Nasıl bu ve benzeri güçleri hükümetlerimizi, meclisimizi ve yargımızı kendi amaçları doğrultusunda kullanabiliyor? 

Osmanlının son yüz yılı ve Cumhuriyetten günümüze devlet içinde yapılanan,  kontra gerilla, Ergenekon, ordu içinde ve poliste fraksiyonlar,  üniversitelerde kendi milletine karşı milliyetçilik hareketleri bunlar nasıl oldu da bizim hayatımızın başköşesine yerleşti.

Askerimiz, devlet memurlarımız nasıl yurt dışı eğitimlerinde devşirildi, Holdinglerimiz nasıl emperyal güçlerin taşeronu oldu da milli stratejik bir marka bile üretemedi?

Bütün bunlar hayatımızı doğru okuyamamakla ilgili değil mi?

İşte böyle bir ortamda Silifke Yeşilovacık Çok Programlı Lisesinde Bir öğretmenimiz ve arkadaşlarının başlattığı bir proje dikkatimi çekti.  Silifke genelinde 7 lise 15 öğretmen ve öğrencilerle beraber 140 kişilik okuma grubunun Franz Kafka’nın Dönüşüm kitabını okuyarak başladıkları etkinlik.  Okumakta Sınır Yok adlı proje ile okuyarak, tartışarak, fikri paylaşarak ve yazıya dökerek yapılan muhteşem bir girişim. Proje, e Twining sistemi ( Avrupa’daki bir öğrenme topluluğunun varlığını hissetmek, böyle bir topluluğun paydaşı olmayı sağlayan proje grubu) ile beraber yapılıyor.

Pazartesilerden nefret ediyorum/OKUYANA SINIR YOK
Başlıklı bir kitap haline getirmişler.

Öğrencilerin çok ilginç soruları olmuş. Tecrübeli öğretmenler de soruları yanıtlamışlar.
Bazen de onların da iyi bir öğrenen olarak soruları olmuş. Derken düşünülmeyeni düşünmeye başlamışlar. Kitabı içselleştirmişler. Hep beraber bir dönüşümün parçası olmuşlar.

Şu an dördüncü kitaba başlamışlar. Okuma bundan daha güzel sevdirilemez.  Silifke’de gençler arasında yaptığım görüşmelerde, bu etkinlik Silifke genelinde bütün öğrencilerin dikkatini çekmiş. İlgi ile katılıyorlar.

Bana göre okumayı sevdirmek ülkemizin en ucuz ama en güçlü en stratejik adımlarından birisi. Bir mahalleden evrensele açılan bir kapı.
Bence memleketimizin her yerinde örnek alınabilecek bir proje. Sadece okullarda değil, şirketler, OSB’ler, sivil toplum örgütleri benzer etkinlikleri yapabilirler.

Yoksa okuyan düşmanların,  okumayan vatanseverlerimize ve vatanımıza zarar vermesinden kurtulamayız.