1959 ve o yıla yakın olan yılların ramazan ayları kış mevsimine denk gelmişti. Bu yıllarda doğanlar ve hala yaşıyor olanlar, hayatları boyunca ramazanı üç kez kış mevsiminde yaşıyorlar. Gerçi şuan itibariyle nisan ayında bulunsak da daha iki gün önce neredeyse zemheri ayını yaşattı mevsim bize. Birkaç yıl sonra zaten kışın ortalarına denk gelecek ramazan...

Hicri takvimde dini günler her yıl bir önceki yıla nazaran on gün daha evvel geliyor. 1959 yılının 22 Şubatında doğan birisi olarak ben de Ramazan ayını, üçüncü kış mevsiminde idrak ediyorum. Gerçi doğduğum zamanın ramazanlarında henüz oruç ibadeti sorumluluğu taşımıyordum. O dönemden sonraki kış ramazanları 90’lı yıllarda yaşandı. 30 ve üzeri yaşlarımdaydım o yıllarda da.

Ve üçüncü kış mevsimi de 2020’li yıllar oluyor. Bir insan hayatını ortalama 75 yıl olarak alacak olursak iki kere 36 yıl yaşamış oluyoruz. Evrenin yaratılış düzeninde dünyanın yeri de elbette belli sistematiğe göre ayarlanmış...

Biz Müslümanlar, kurban ibadetimizi ay takvimine, namaz ibadetimizi güneş takvimine diğer bütün ibadetlerimizi hicri takvime göre yapıyoruz. Dünya kendi etrafındaki dönüşünü 24 saate, güneşin etrafındaki dönüşünü ise 365 gün 6 saatte tamamlıyor. Buna “güneş takvimi” deniliyor. Hicri takvim 354 veya 355 gün olarak kabul edilmiştir. Buna da “ay takvimi” deniliyor. Yani bu iki takvimin birisi güneşi esas almış, diğer ayı esas almış. Her ikisi de ilmi gerçeklere dayanmaktadır. Hicri takvim, İslam Peygamberi Hz. Muhammed Aleyhisselam Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicret yılını 1. Yıl olarak kabul eder ve ayın dünya etrafındaki dolanımını esas alan bir takvim sistemidir.

İşte miladi ve hicri takvim arasındaki bu 10 günlük farktan dolayı ramazan ibadetimiz ile birlikte kurban ve namaz haricindeki bütün ibadetlerimizi her yıl bir önceki yıldan 10 gün evvel yerine getiririz. Bu da ramazan ayının yılın her mevsiminde hatta her gününde yerine getirilen bir ibadet olarak karşımıza çıkıyor.

Doğduğum ve aklımın ermeye başladığı 1960’lı yıllar çocukluk yıllarımdı. Sahur yemeğine kalkmayı çok severdim. Ancak o yıllarda ataerkil bir ailenin ferdi olarak çok kalabalık bir aile içinde yaşıyordum. O yıllarda şimdiki gibi yiyecek içecek çeşitliliği de hiç yoktu. Bir kap yemeğe belki on kişi kaşık sallardı. O karışıklıkta benim gibi çocukların, özellikle de sahur yemeğinde bulunması büyüklerimiz açısndan bir sıkıntıydı. Büyüklerimiz bu duruma razı olmazlardı ve bu nedenle kabahati annelerimize bulur onlara kızarlardı. O çocukluk sahurlarından birinde, şu yaşıma geldim hala aklımdan çıkmayan bir olay yaşanmıştı. Benim gibi birkaç çocuk daha vardı ailemizde. Amcalarımın çocuklarıydı onlar da. Bizlerin “mızıltısı” bir büyüğümüzün canını sıkmış ve sofrayı ters yüz edivermesine neden olmuştu. ‘Kuşburnu(İt burnu)’ndan yapılmış olan hoşaf tasının duvara çarptığını ve “ak toprak” ile sıvalı duvarın kıpkırmızı görüntüsünü hala unutmadım. Zor yıllardı o yıllar. Hem çocuklar açısından hem de büyükler açısından zordu. Yokluk yoksulluk içindeydi tüm halk.

Daha sonraki kış dönemine gelen hayatımın ramazanlarını 1990’lı yıllar kapsıyordu. O tarihlerde bir devlet memuru olarak Amasya İli Merzifon İlçesinde görev yapıyordum. Çocukluğumuzda yaşadığımız her olay ileri ki yaşantımızda bizlere dersler de veriyordu elbette. Mesela yukarıda anlattığım o olay bana; “ben böyle bir olayı çocuklarıma yaşatmayacağım” sözünü verdirtmişti bana.

“Filinta gibi bir delikanlı” idim o yıllarda. Bu defa kendimin iki çocuğu vardı ve ben onları sahura kaldırmazsam rahat edemezdim. Zira onlarda kendi çocukluğumu görüyordum. Elbette maddi imkânlar da kendi çocukluk zamanıma hiç benzemiyor daha bir rahatlık içinde bulunuyorduk aile olarak. Çocukluk dönemimde sofradaki tek çeşit yemek yerinde bu defa sofrada yazlık sebze meyveden tutun da neredeyse canınız ne isterse bulunabiliyordu. Çocukluğumda, kış ortasında domatesi, salatalığı hayal etmek bile imkânsız iken orta yaş dönemimizde, her istediğimizi bulabileceğimiz bir imkân sunuyordu hayat bize.

Ve 2020’li yani şimdiki zamanlar... Emeklilik, dedelik dönemi... Gençlik yıllarımızda televizyonlarda ramazan tanıtım filmlerinin öznesi, başrol oyuncusu olan dedelerin asıl rolündeyim şimdi. Elbette eşimle birlikte, yaşıtlarım ile birlikte... Sofralarımızda yine ne ararsak bulunuyor. Canımız ne isterse alabilecek durumdayız.

Yazım, “hani o eski ramazanlar?” diyerek imrendiğimiz o eski ramazanların güzelliklerine bir zıtlık içeriyor gibi görünse de çocukluğumuzdan, gençliğimizden bahsetmiş olmam bile o zamanlarıma olan özlemlerimin bir ifadesi de olabilir.

Ne diyelim? Her yaşın her ramazanın kendi dönemine has güzellikleri, zorlukları, özlemleri ve keşkeleri vardır mutlaka...

Tüm İslam Âlemine ve Türk Milleti’ne hayırlı ramazanlar diliyor, ramazanımızın tüm dünya insanlığına huzur ve mutluluk getirmesini Yüce Allah’tan temenni ediyorum.