1990lı yılları yaşayanlar bilecektir; İbrahim Sadri’nin okuduğu ve ortalığı kasıp kavuran bir şiir albümü çıkmıştı. Sonra o yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken “şiir okuduğu gerekçesiyle” hakkında dava açılıp görevine son verilen Recep Tayyip Erdoğan’ın “Bu şarkı burada bitmez” adlı şiir albümü yayınlanmıştı ki, tiraj patlaması yapmıştı. O günlerde adeta bir şiir akımı başlamış, Bedirhan Gökçe’den Yusuf Hayaloğlu’na dek pek çok albüm insanların gönlüne ruhuna işlemişti. O akımın öncüsü, şiir albümlerin mimarı Konyalı müzisyen Gündoğar ile çocukluk yıllarından şöhrete uzanan başarı öyküsünü konuştuk.

Hangi tarihte ve nerede dünyaya geldiniz, çocukluğunuzun ilk yıllarına dair hafızanızda yer edinen paylaşmaya değer bir anınız var mı?

Aşağıpınarbaşı’nda doğdum ve ilkokulu da köyümde okudum. Çocukluğumun bir bölümü Sızma’da geçti. Köyde yetişmiş bir çocuğun özgürlüğünce ya da kısıtlı imkânlarınca ne yaşanırsa aşağı yukarı öyle bir çocukluk dönemi yaşadım. Diğer arkadaşlarımdan en büyük farkım; kendimi hatırladığım yaşlardan itibaren müziğe, şiire, okumaya karşı merakım olmasıydı. Dolayısıyla çocukluktan itibaren bu arayışım hep sürdü. O zaman imkânlar kısıtlıydı. Gidip pat diye bir gitar ya da bağlama alamazdınız. Müziğe bakış da farklıydı. Çocuğuma müzik öğreteyim, resim öğreteyim, sanatı gelişsin diye bakılmazdı; bu şekilde algılar yoktu. Bağlama çalana “Çalgıcı mı olacaksın” derler, müzikle ilgilenene başka bir gözle bakarlardı. Sizin anlayacağınız bizim sanata dair gelişimimiz bu gelgitlerin arasında sürdü.

O döneme dair birçok anım var. Biraz hüzünlü de olsa bizim için bir fırsat olan anımı sizinle paylaşmak isterim. 1402’lik denilen, 12 Eylül darbesinin mağduru sürülmüş öğretmenler vardı. Bunlar ağırlıklı olarak sanatla ilgilenen öğretmenlerdi. Bende teknik anlamda ilk müzik eğitimimi; sağ olsunlar, Yalçın Kavasoğulları gibi bir hocadan aldım. Notasıyla, solfejiyle, armonisiyle tüm teknikleri ondan öğrendim. Benim hayatıma yön veren ama bir yandan da sürgün olmaları nedeniyle hüzünlendiren bir anıdır. Onların çilesinden, hüznünden ben var oldum.

İlk ve orta öğrenimi hangi okullarda yaptınız?

İlk ve ortaöğrenimimi Konya’da yaptım. Konya’nın ve Konya kültürünün hem kendi kişilik gelişimimde hem de teknik olarak müzik eğitimimde çok büyük etkisi var.

Size müziğe sevk eden neydi, ilginiz nasıl başladı ve ilk eğitimi kimden aldınız?

Bir insanda doğuştan gelen bazı hasletler vardır. Sizde varsa bazı şeyler, onun üzerinden yürümeniz gerekiyor. Ya da hep ona doğru gidiyorsunuz. Ben de kendimi bildim bileli de hep bu ilginin içindeydim. Hiçbir zaman bu ilgiden geri durma gibi bir lüksüm olmadı. Çünkü müzikten ayrı durmak benim için lüks olurdu. Hatta bazen profesyonel çalışırken “yeter artık” dediğimiz zamanlar da oldu ama sanki görünmeyen bir el bizi enstrümanın başına ya da stüdyoya tekrar getirdi. İnsanla beraber gelen bir maya var; biraz onun şekillenmesiyle alâkalı görüyorum ben.

Üniversite çağında müzikte hangi mesafeleri aldınız ve müzikte hocalarınız kimlerdi?

Üniversitede İdari Bilimlerde okurken müzikte profesyonel hayatım başlamıştı zaten, İstanbul ile iletişim halindeydim. Orada bile müzikle ilgili eğitimime de devam ediyordum. Minnetle, rahmetle anıyorum; Timur Selçuk hocam benim armoni, solfej konularında gelişmemi sağlayan en önemli hocalarımdan biridir. Bütün dünyada tanınan Raffi Arslanyan benim klasik gitar hocamdır. İki insanın benim sanattaki algım ve teknik performans açısından yolumu çizmeme çok büyük katkısı oldu. Üniversite eğitimimle beraber sanat eğitimim ve sanat yaşamın da birlikte devam etti.

Hayatın hiçbir noktasından insan için eğitimin bitmemesi gerekiyor. Sanatın hangi koluyla uğraşırsanız uğraşın; eğitim, resim, müzik, edebiyat ya da bilimle; bilhassa daima öğrenecek yeni şeyleriniz olmalıdır. Her zaman için öğrenecek yeni şeylerinizin olması gerekiyor ki o işten uzaklaşmayın, bir önceki işi tekrar etmeyin, taklit etmeyin. Bizde de öyle, algılarınızı açık tutmazsanız, yeni şeylere doğru yönelmeseniz bir gün gelir yaptığınız eserlerde dünkünü tekrarlamaya başlarsınız. Eğitim hayatımda hep vardı ve hep de var olmaya devam edecek. Gerek enstrüman olarak, gerekse edebiyat ya da değişik kollar da halen öğrenmeye devam etmekteyim.

Yüksek Öğrenim tercihinizi neden müzikten yana yapmadınız, üniversite hayatınızdan da bahseder misiniz?

Üniversite eğitimimi müzikten yana yapmadım değil de yapamadım. Şartlar ya da ailelerin çocuktan beklentileri diyelim. Ama şöyle bir artısı oldu; ben İdari Bilimler Akademisi okudum, Sosyal Bilimlerde Yüksek Lisans okudum. Hem müzik hem de üniversite eğitimi bir arada benim için çok kolay olmadı. Çünkü hem çalışıp hem okuyorduk. Sonuçta babam bir maden işçisiydi ve kalabalık bir aileydik.

Çocukluk hayaliniz neydi, kader sizi nereye getirdi?

(Gülüyor) Her ailede çocuklar için beklentiler olur ya, doktor olacak vali olacak diye… Beni de vali olacak modu İdari Bilimlere doğru yönlendirmişti. Fakat yaratılıştan gelen o içinizdeki ukde sizi alıp gitmeniz gereken yere götürüyor. Belki konservatuvara gitseydim çok daha kolay olacaktı ama ben konservatuvardaki arkadaşlarımdan birkaç kat daha faza zorlanarak müzik eğitimime devam edebildim. Fakat şöyle de bir durum var; hayatımda çok değerli hocalara, ustalara ve insanlara rastlamak gibi bir şansım oldu. Sosyal nedenlerden dolayı konservatuvara gidemesem de yurt dışına gidecek imkânlarım da oldu ama biz de böyle bir yoldan geçmek durumunda kaldık.

Ortaokuldayken bağlama çalıyordum, iyi idim. Daha sonra gitar hayatıma girdi. Ortaöğretimdeki çalışmaların semeresini üniversite döneminde çok gördüm. Direkt jazz orkestralarına girmeye başladım. O dönemde şeker fabrikalarının falan jazz orkestraları vardı. Değişik platformlarda, mekânlarda çaldım. Bazı yerlerde bağlama, bazı yerlerde gitar çaldım.

İlk albümü adınıza mı yaptınız bir başka sanatçıya mı hazırladınız?

İlk albümümü de üniversite öğrencilik yıllarıma rastlar. İstanbul’dan ufak ufak aranjman işleri almaya başlamıştım. Bestelere ise ortaokulda, liseden itibaren başlamıştım. Söz yazmaya o yıllarda başlamıştım. Hatta bazı albümlerimde taa lisede yaptığım parçalar var. Örneğin ‘Barış Türküsü söylüyor dünya bebeğim, Yüreğine namlular ateş kusarken’ diye bir şarkı var, onu ben ortaokul lise çağlarımda yazmıştım. Dünya’daki savaşları, olumsuzlukları irdeleyen bir parçadır.

Üniversite benim için sadece İdari Birlimler anlamında değil, müzik konusunda da bir laboratuvarım oldu. Eskişehir’deki, İstanbul’daki, İzmir’deki çevre sanat eğitimime engel olmadığı gibi bana zaman kazandırdı. Çok zorlanmama rağmen bu eğitime devam ettim.

Sizi çok yönlü bir müzisyen olarak biliyoruz. Söz yazarlığı ve hem bestekârlık yapıyorsunuz. Birçok enstrümanı icra ediyor hem de aranjörlük yapıyorsunuz. Üstelik de solistsiniz. İşinize bu kadar hâkim olmanızın sırrı nedir?

Sanatın hangi branşıyla uğraşırsanız uğraşın, sizden çok şey bekler. Yani sabahleyin işe gidip akşam eve gelen bir memur gibi değilsiniz; her anınızda gece ve gündüzünüzde çalışmalısınız. Gerek üretici olmak için fikir açısından, gerek enstrüman teknikler için, gerekse işin matematik tarafı için ki, benim yaptığım taraflardan biri de yönetmenlik, aranjörlük olduğu için işin içerisinde stüdyo tekniği var, frekans tekniği var, elektronik var. Dolayısıyla sürekli araştırmak zorundasınız. Eğer enstrüman da çalıyorsanız bu sefer enstrüman tekniği açısından sürekli egzersiz yapmak zorundasınız. Beste yapmak için de bir konu üzerinde sürekli yoğunlaşmalısınız. Yani diyeceğim o ki sanatla uğraşıyorsanız her saniyeniz onun içinde zaten. Ve onun içinden çıkamıyorsunuz. O yüzden hayatın bazı tarafları zorlaşmaya başlıyor tabi. Gezeceğiniz tozacağınız bir zaman diliminde siz oturmuşsunuz sekiz on saat parmaklarınız şişinceye kadar enstrüman çalışmak zorunda kalabiliyorsunuz. Dolayısıyla müzik, hayatınızı şekillendirirken bazen çok içe kapalı hale getirebiliyor; bazen kendinizi sürekli kitaplara yoğunlaşmış halde buluyorsunuz. Örneğin bir konsere çıktığınız zaman oradaki alkış sizi bambaşka bir yere götürüyor. Konserden sonra otele geliyor, o yalnızlığın içerisine düşüyorsunuz. Yani çok standart duyguların içerisinde olan bir yaşam vermiyor sanat size. Ama sizden çok şey istiyor. Dolayısıyla hayatınız buna gör şekilleniyor. Zaten profesyonel olarak kalmak ve yeni şeyler üretmek istiyorsanız çok çalışmak zorundasınız. Sanatçının hayatı; sanatçıdan kastım üreten sanatçı… Sanatçı derken televizyonlarda görünüp üç beş takla atan insanlardan bahsetmiyorum. Üreten insan, yani sanatın işçisinden bahsediyorum. Aranjör olabilir, yönetmen olabilir, besteci olabilir, enstrümanist olabilir ya da solist olabilir; ama üretir. Zaten Sanat kelimesi üretmekle alakalı bir şeydir. Sürekli olarak üretmek için de yenilenmek, çalışmak zorundasınız. Her an, gece gündüz böyledir.

Müzik tarzınızı nasıl tanımlıyorsunuz? Bu tarzın seçimi ya da oluşumu nasıl gelişti?

Ben bir Anadolu çocuğuyum, Konyalıyım. Her şeyden önce Anadolu’nun kültürüyle yetiştim. Bunun yanı sıra da batı müziğine hayrandım. Belli gruplar benim için çok çok önemliydi. Mesela bağlama çaldığım yıllarda bir Tin Flute, Dıre Straist, Bluez’un babalarından John Lee Hooker, B.B. King gibi Jazza kadar uzanan yelpazeyle sürekli olarak ilgim alâkam zaten vardı. Gitara da başladıktan sonra zaten iş on-on beş yıl önce bu gruplarda saksafon çalmaya kadar vardı. Benim müzik tarzım bütün bu yelpazenin içerisinde. Ama temel olarak basitçe bakarsak Anadolu Rock diyebiliriz. Benim müziğimde eğlence yoktur. Bir pavyonda çalabileceğiniz, insanların kalkıp oynayacağı müzikler yapmıyorum. Yazdığım sözler, şiirler de onlar değil. Ben daha çok sosyal sorunları, dünyadaki sosyal sorunları, savaşları, açlığı, insanı ve yaşadığım dünyayı anlatan şarkılar yapmaya çalıştım hep. Böyle bir çizgiye girdiğiniz zaman ayaklarınızı bastığınız kendi toprağınızın etkisi sizde çok yüksek oluyor. Öncelikle mayanızı aldığınız yer sizin sanatınızı etkilemeye başlıyor. O yüzden ben çok detaya inmek istemediğim zaman “Anadolu Rock” yapıyoruz, derim. Ama elbette bağlama da çaldığım için halk müziği de çalıyoruz, o ayrı bir şey. Benim kendi ürettiklerimi Anadolu Rack diyebileceğimiz bir platformda değerlendirebiliriz.

Söz yazarlığı, bestekârlık, enstrümanistlik, yorumculuk, aranje etmek, yapımcılık… Bir bedende pek çok iş bir arada zor olmuyor mu?

Kolay değil tabi. Mesela ben sadece solist olan arkadaşlara çok imrenirim. Çünkü onların armoni yapmak, beste yapmak, söz yazmak, stüdyoda aylarca sabahlara kadar hiç çıkmadan albüm üretmek gibi dertleri yok. Onlar altyapısı yapılmış bir albümün üzerine okurlar ve sadece sahnede alkışa doğru koşarlar. Ama ben bugüne kadar albümlerimde kendi ürettiğim eserleri okudum. Belki bir iki tane şiir hariç, benim eserlerimde tamamen kendi yazdığım şiirlerim var. Kendi yaptığım albümlerimin zaten aranjörlüğünü de kendim yapıyorum. Hatta diğer pek çok solist sanatçı arkadaşlarımızın albümlerinin de aranjörlüğünü, yönetmenliğini yapıyorum. Kolay olmuyor tabi. Solistlik konusunda; çocukluktan itibaren zaten şarkı söylerdim. Bunun teknik eğitimi, şan eğitimini aldıktan sonra olay daha başka noktaya gitti. Rastladığınız bazı önemli yol ayırımları vardır. Bazen bir olay bazen bir hoca, bazen bir dost, arkadaş olabilir; doğru ya da yanlış, sizi bir noktaya doğru götürür. Bu konuda özellikle solistlikte beni teşvik eden hocam Timur Selçuk’tur. Kendimi övmek için değil de onun benim için söylediğini aktarayım; “Kesinlikle böyle bir sesi bir tarafa atma, sadece teknik tarafta kalma” derdi. Solistlik böyle gelişti. Zaten çocukluktan itibaren enstrümanisttim. İşin yönetmenlik kısmı, kilise armonisi, biz buna batı klasik armoni diyoruz. Kilise armonisi ve çok sesliliği öğrendikten sonra ister istemez sizin yolunuz bu sefer modern armoniye ve jazz armonisine doğru çevrilmeye başlıyor. Dolayısıyla, dedim ya diğer bir arkadaşımız, tek tarafta olan arkadaşımız bir çalışıyorsa siz artık on çalışmaya başlıyorsunuz. Halâ öyleyim. Şu sıralar bir belgesele çalışıyorum mesela; kafam duruyor artık. Kafamı çeviriyorum, hangi enstrüman çarptı gözüme? Bağlama mı, gitar mı, nefesli mi, o ara verdiğim anda bile alıp yine müzikle değerlendiriyorum; teknik çalışıyorum. Ya da bir şiir, bir roman okuyorum. Yani biraz fazla çaba, hatta yüzde doksan çabayla alakalı bir durum.

Biraz da albümlerinizden bahsedelim. İlk albümünüzü ne zaman hazırladınız. Sonraki süreç nasıl gelişti. Hangi albümleriniz dinleyiciye ulaştı?

İlk albümü yaptığım zaman üniversitede öğrenciydim. Osman Eriş diye bir müzisyen arkadaşımız vardı, bağlamacıydı. Onun da, benimde bestelerimiz vardı ama tek başımıza bir şey yapamıyorduk. Yönetmenliğini, aranjesini benim yaptığım, birlikte bir albüm hazırladık. İmkânlarımız çok iyi değildi. Enstrümanlarımız öyle pahalı şeyler değildi. O şartlarda bir finansör bulundu. Kayıtlarını İstanbul’da alıp “Haykırmak Dünyaya” adıyla çıkardık. Solo albümlerimiz daha sonra geldi.

Daha sonra albüm çalışmalarınız seyri nasıl gelişti?

Solo albümler bir firmanın teklifiyle başladı. Benim yalnız albüm yapmam gerektiği noktasında bir teklifti. Zannediyorum 89-90 yıllarıydı. Yönetmenlik aranjörlük ve enstrümanistlik tarafları ağır basarak yürüdük. 98 yılında tekrar Uz Plaktan bir teklif geldi. Çok cazip bir teklifti. Çok iyi de stüdyo imkânları sunuldu. Akustik canlı olarak çalabilme imkânları sunuldu; çünkü stüdyolarda bazen direkt her şeyi aynı anda çalamazsınız. Hücum kayıt yapamazsınız. Bunun için çok profesyonel bir orkestra gerekmekte ve stüdyo şartları ona göre olmalıdır. 98 yılında yaptığımız albüme “Senin İçin” adını vermiştim. O albümdeki bazı parçalar epey de ses getirdi. Akustik çalıştığımız ve çok çok içime sinen bir albüm oldu. Birkaç da klibini çektik. Bir anlamda Gündoğar’ı kendi tarzıyla oturtan albüm de diyebiliriz. Çünkü ben çok sık albüm yapmıyorum. Fazla eser üretiyorum ama albümü daha az yapıyorum. Çünkü çok hızlı yapılan işler çok detaylı olmuyor. Sonra arada yine diğer arkadaşlarımıza karma olarak çokça albümler yaptık. Fakat “Gündoğar 2009” dediğim ama 2010 yılında çıkarabildiğim çok çok müthiş, bana göre Avrupa, hatta dünya standartlarında bir albüm yaptık ama ben bazı talihsizlikler yaşadım; mesela sağlığımda sorun çıkmıştı. Bu sebeplerle yapımcısı da olduğum albümle yeterince ilgilenemedim. Progresif forumlara kadar varan çok iyi altyapılarla çok sosyal yapılara değinen bir albümdü. Örneğin “Hayır Kadınım” diye bir eser var ki dünyadaki bütün savaşları anlatan bir eserdir. Halen aşağı yukarı üç beş albüm çıkaracak kadar elimizde eser var aslında. Altyapısı yapılmış, arajmanları bitmiş, bazıları okunmuş, bir kısmı da sadece mix yapılıp piyasaya çıkartılabilecek durumda. 50-60 tane böyle parça yapılmış olarak hazırda bekliyor. Ama bu aralar belgesellere filan çalıştığım için, biraz da bilgisayarda dijitallerle uğraşamadığım için biraz durdurdum. Bu yıl ufak ufak çıkarmaya başlarım.

En yüksek tiraja hangi albümde eriştiniz?

En yüksek tiraj derken; ben bir albüm çok satsın diye düşünmüyorum. Elbette çok insana ulaşmasını ben de istiyorum ama benim yaptığım müzik çok çabuk algılanabilecek müzik değil. Hoppa, oynayalım, zıplayalım, öptüm sevdimli bir müzik değil. Benim anlattığım, insanların anlamasını istediğim bir şeyler var. Dolayısıyla bazen dinleyicilerimden gelen, bana göre olumlu yorumlar var “Hocam, sizin şarkılarınızı dinlerken şiiri yazmak, bazen defalarca okumak gerekiyor” falan diyorlar. Ben o tarz müzikler yapıyorum. Ama biraz daha kolay algılanabilen eserler de yapmıştım. Özellikle “Senin İçin” albümümde Deli Gönül diye bir şarkım vardı. Çok çok hoş da klip yapmıştık. Hatta bir kısmı Karapınar Meke Gölünde, bir kısmı İstanbul'da çekilmişti. Mesela hem o şarkı çok kişiye ulaştı hem de albümün diğer şarkılarını ulaştırdı. Daha sonrada öyle şarkılarım var. Nasıl anlatsam; birden bire aynı gün patlama değil de; yavaş yavaş, sindire sindire giden şarkılar… Benim daha ziyade o şekilde birçok eserim var. Bir de biliyorsunuz; İbrahim Sadri ile beraber yaptığımız, daha öncesinden projesini benim hazırladığım ama onun da gelip şiirlerini okuduğu bir albüm vardı. O albüm çok çok büyük sattı. O zamanlar biliyorsunuz dijital olmadığı için kaset ve CD satıyordu. Milyonlarca rakam var korsanı ile birlikte ama kanuni rakamlarda sadece albüm bir milyon civarıydı. CD’lerin sayısını bilmiyorum. Onlar da birkaç yüz bin vardır. Hatta belki daha fazladır. Ben o albüm çıktıktan sonra artık hayatımızın tamamen bittiğini fark etmiştim. Yani istediğimiz gibi otobüse binip istediğimiz gibi yürü yemediğimiz, herhangi bir lokantaya oturup da yemek yiyemediğimiz bir forma dönüştü hayat. Zaten bunları yaşadıktan sonra dedim; “kardeşim ya sanat yapacaksın ya da dedim popülizme oynayacaksın.” Ben şu an işin sanat tarafını, mutfak tarafını çok daha önemsiyorum. Televizyon televizyon koşturmak falan istemiyorum. Biraz da o yüzden bir adım geride durmaya çalışıyorum.

MUSTAFA GÜDEN

DEVAM EDECEK

Editör: TE Bilişim