Eğitimci-Yazar merhum Veyis Ersöz’ü oğlu Salih Sedat Ersöz anlatıyor. Ersöz’ün babası ile ilgili anlattıklarının ikinci bölümü şöyle;

DARBE MAĞDURLARINDAN

…1977 yılında bir grup dostlarla birlikte İstanbul’a giderek Mehmed Zahid Kotku hoca efendinin Pazar sohbetini dinledik. O andan itibaren babam ve ben o kapının bağlısı olduk. Erbakan hocayı da o kapıda görmek babamı son derece memnun etmişti. O yıllarda babamla birlikte Bozkırlı Mustafa Efendi namıyla bilinen büyük âlim Mustafa Parlaktürk hoca efendinin vaazlarına da devam ediyorduk. Ben defterime hoca efendinin konuşmalarını not alıyordum. Eve gelince babam, “oğlum yazdıklarını oku bakalım hoca efendinin vaazını bir de senin yazdıklarından dinleyelim” der ve okuduğumu can kulağıyla, zevkle dinler, aynı zamanda hafızasına kazır ve yaşantısında uygulardı.

Babam bütün bu faaliyetlerinin yanında sık sık çeşitli derneklerin davetlerine katılır, öğrencilere sohbetler yapar, konferanslar verirdi. Konferanslarında yazmış olduğu kitapların içeriğini anlatır, güncel konularla ilgili bilgiler verir, Müslüman bir gencin nasıl olması gerektiği üzerinde durur ve arkasından da gençlerin sorularını cevaplandırırdı.

Böyle bir dönemde 1980’de 12 Eylül darbesini yaşadık. Asker yönetime el koymuş, ülke yöneticileri ve siyasi parti liderleri tutuklanmıştı. İhtilalin olduğunu sabah öğrendik. O gün sokağa çıkma yasağı vardı. Günlerden Cuma idi. Camilerde Cuma namazı bile kılınamadı.

İhtilal günleri birçok aile gibi bizim ailemiz için de oldukça sıkıntılı geçti. İhtilalden birkaç ay sonra evimiz arandı. Biz ihtilalcilerin gözünde ailecek suçluyduk. Babam MSP il Başkan Yardımcısı, Basın sözcüsü ve İslâmcı bir yazar, ben MSP Gençlik kollarında, MTTB ve Akıncılar teşkilatlarında faaliyet yapan ve MSP’nin yayın organı gazetede çalışan İslâmcı bir genç… Evimizin aranması sırasında sokağı bir baştan bir başa askerler tuttu ve kimseyi geçirmediler. Postalları ile eve bir daldılar, bir anda ne var ne yoksa bütün eşyaların altını üstüne getirdiler. Çatıyı, bahçeyi her tarafı aradılar.

Kitap dolabında çok oyalandılar. Teker teker bütün kitaplara, dergilere baktılar. Bu davranışlarından ne aradıkları belli olmuştu. Bir ara askerin biri “suç unsurunu buldum” komutanım diye bağırarak elindeki babamın “Sosyalizm, komünizm, faşizm ve şeriat nedir?” kitabını sallıyordu. Babam komutana bu kitabın yasak bir kitap olmadığını, izin alarak bastırıldığını ve birkaç yıldır serbest olarak satıldığını anlattı. Komutan elindeki listeye baktı. Yasak kitapların içinde bu kitabın ismi yoktu ama yine de başta o kitap olmak üzere kendinin şüphelendiği bazı dini kitapları yanına alıp götürdü. Babamın o kitabını ihtilalciler daha sonra yasakladılar ama Allah’tan bir daha gelip giden olmadı.

Arama 5 - 6 saat sürdü. Evi talan etmişlerdi. Allah’tan önemli bir şey bulamadıkları için olsa gerek beni ve babamı götürmediler. Götürdükleri kişilerin nerede olduğunu aylarca kimse bilemezdi. Gözaltında ve hapishanelerde işkence hat safhadaydı.

Daha sonra babamın yazdığı yazılarla ilgili soruşturmalar ile o dönemde çalışmaya başladığı aynı zamanda yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Ribat dergisine olan baskılar gündeme gelmeye başladı. Ribat dergisi, Abdullah Büyük hocamın önderliğinde kurulan Ribat Vakfı tarafından çıkarılıyordu. Hâlâ devam ediyor. Ribat dergisi üzerinde büyük baskıların olduğunu, dergiye sık sık baskınlar yapıldığını, bazı dergi nüshalarının alınıp götürüldüğünü ve babama, “sen burada durdukça bu baskılar devam eder” denildiğini babam anlatırdı.

Bu arada gazetelerde yazdığı yazıları ile ilgili de durmadan soruşturmalar açılıyor, arka arkaya ifadelere çağrılıyordu. Savcılar, bazen babamın ifadesini aldıktan sonra dava açma gereği duymadan kovuşturmaya yer olmadığı yani takipsizlik kararı veriyor, bazen de dava açarak dosyayı mahkemeye gönderiyorlardı. Açılan davalara sürekli babamla birlikte giderdik. İhtilal dönemi olduğu için davalar DGM’de yani Devlet Güvenlik Mahkemelerinde görülürdü. Babam avukat tutmaz, savunmasını genellikle kendisi yapardı ama bazı gönüllü avukatlar ücretsiz olarak babamın savunmasını üstlenirlerdi.

Konya DGM’nin başında Celal Kalyoncu isimli imanlı bir hâkim vardı. Babama 5-6 dosyadan berat kararı vermişti. Bir duruşmada, babamın kadınlar üniversitesi ile ilgili bir yazısından dolayı açılan davada savcı 15 yıl hapisle cezalandırılmasını talep ediyordu. Babam ifadesini verdi, hâkimler baş başa verip istişarelerini yaptılar ve mahkeme başkanı Celal Kalyoncu berat kararını açıkladı. Hâkim berat der demez savcı elini masaya sertçe vurarak ayağa kalktı, elindeki kalemi yere fırlatıp attı, cüppesini çıkarıp yine oldukça sert bir şekilde masaya fırlattı. Berat kararına tepki gösteriyordu. Hâkimin o yazıya berat kararı hem imanından hem de adaletinden, Savcının tepkisi ise, İslâmi manadaki bir yazıya daha doğrusu İslâm’a olan düşmanlığından ileri geliyordu.

Ribat dergisinde çıkan bir yazıdan dolayı dava açılmıştı. Dava burada bir defa görüldü ve babam tutuklandı. 25 gün Konya eski cezaevinde hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı ve dava devam etti. Devam etti ama Konya’da değil. Davayı her ne hikmetse Malatya’ya sevk ettiler. Babamla beraber 2 defa trenle Malatya’ya gidip geldik. İlk gittiğimizde hâkim ifade aldı ve duruşmayı erteledi. İkinci gittiğimizde ise karara bağladı. Babama 40 ay hapis cezası verildi, şükür ki ceza paraya çevrildi. O zamanki 120 bin TL para, duyarlı Müslümanların katkısı ile ödenmişti.

Derginin bir sayısının kapağında şehadet parmağı havada sağ el resmi ile ilgili babam hakkında bir dava daha açılmıştı. Savcı bu simgenin İran’dan alındığını beyan ediyor ve Türkiye’de de İran’daki gibi bir İslâm devrimi tasarlandığını iddia ediyor ve babamın cezalandırılmasını istiyordu. Dava devam ederken gönüllü avukatlardan birisi aynı resmi daha önce kullanan bir başka dergi bulmuş, mahkeme heyetine onu sunmuştu. Bu resim suç unsuru olsa daha önce bu dergi hakkında da dava açılırdı, açılmadığına göre demek ki suç değil şeklinde bir savunma yaptı. Bu savunma sonunda babam berat etti.

Allah’ın yardımı ile açılan davalar bir bir eriyor, hepsi beraatle sonuçlanıyordu ama dergi üzerindeki baskı bitmek bilmiyordu. Babam sık sık savcı tarafından çağrılıp ifadesi alınıyor, bu arada polisler de dergiye baskınlar yapıp arama yapıyorlardı. Babam derginin selameti için ayrılmak zorunda kaldı.

Babamın hiçbir zaman milletvekili olma, bir yerlere gelme, menfaat temin etme gibi düşüncesi olmadı. Ne yaptıysa Allah rızası için yaptı. Ne yaptıysa İslâm’ın hâkim olması, Hak ve adaletin tesisi için yaptı. Bize de sürekli aşıladığı buydu. “Ne yaparsanız yapın sadece Allah’ın rızasını kazanmak için yapın. Tek hedefiniz daima bu olsun.” Seçimlerde milletvekili adayı olarak isminin listeye yazılması teklifini bile reddetti.

Babam 1997 yılı başında İlim Yayma Cemiyeti’nde Şube Müdürü olarak göreve başlamıştı. Burada görevine devam ederken 2002 yılı başında göğüs ağrıları başladı. Yapılan anjiyoda kalp damarlarının 3 yerinde tıkanıklık olduğu tespit edildi ve Ankara Güven hastanesinde yapılan ameliyat ile 3 damarı bypass edildi. İyi bir bakımla eski sağlığına kavuştu ve İlim Yaymadaki görevine döndü. Kalp ameliyatından 7-8 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra bu defa gözlerinde rahatsızlık başladı. Önce katarak ameliyatı oldu ama görme bozukluğu düzelmedi. Yapılan inceleme ve araştırmalar sonunda gözünde sarı nokta hastalığı olduğu tespit edildi. Gözlerine iğneler yapıldı. İğneler her ay tekrarlandı. Bu süreç aylarca sürdü ama görme bozukluğu düzelmediği gibi gittikçe arttı.

Bozukluk öyle artmıştı ki babam artık okuyamaz olmuştu. Gözlükler, mercekler her şey denendi. Okuması bir türlü sağlanamadı. Ama yazılarına hiç ara vermedi. Görmeden el alışkanlığı ile yazıyordu. Yazdığını okuyamıyor, çevresinde kim varsa onlara okutuyordu. “Ben artık okur yazar değilim, sadece yazarım” diye espri yapardı. Gözlerindeki bu rahatsızlığın gittikçe artması İlim Yayma Cemiyetinden ve aynı zamanda vakıf hizmetlerinden de ayrılması anlamına geliyordu. 31 yıllık öğretmenliğinin ardından 30 yıl yaptığı vakıf çalışmalarını da sonlandırmak zorunda kalmıştı. Artık babam için fiili hizmet yılları sona ermişti. Bu süreçte en fazla üzüldüğü husus, Kur’an-ı Kerim okuyamaması idi. Yüzünden okuyamıyor, sadece ezberinde olanları okuyabiliyordu.

Görmeden yazma olayı 2 yıl devam etti. Babamın gözlerindeki rahatsızlık gittikçe arttı. Görme kaybı %90 oranına ulaştı. 1 metre mesafeden insanları ancak karaltı halinde görebiliyor, kim olduklarını seçemiyordu. Yakın tanıdıklarını da ancak seslerinden çıkarabiliyordu. Bu haliyle bile sabah namazları da dahil hiç camiyi terk etmedi. Benim, namazlarını evde kılması yönünde telkinlerime kulak asmadı. Ben, ana caddeden geçerken olabilecek bir kaza ihtimalinden korkar sık sık, “baba namazlarını evde kıl, göremiyorsun, caddeden geçerken tehlikeli olur” derdim. Babam, “çevredeki insanlar gelip caddeden karşıya geçiriyorlar” der hiç camiden kalmazdı. Şöyle derdi: “Evde namaz kıldığım zaman, ben kendimi namaz kılmış saymıyorum.”

Gelen ziyaretçileri veya camiye giderken karşılaştığı bazı tanıdıklarını tanıyamamasından çok üzülür, “Oğlum, bana çok yakınlık gösteriyorlar ama ben kim olduklarını çıkaramıyorum. Ancak karaltılarını görebiliyorum, seçemiyorum. Çok ayıp oluyor, üzülüyorum” derdi. Biz de elinde olmadığını söyleyerek teselli etmeye çalışırdık. Son arzusu olan, bir kitap daha yazma niyazı nasip olmadı ve 70. Yılında, 2015 yılının Ağustos’unda tiryakisi olduğu ve “hücrelerime kadar işledi” dediği yazarlığı bırakmak zorunda kaldı. Son yazısının başlığı şuydu: Elveda 70 yıldır Yazan Kalemim, Elveda Dostlarım!

2018 yılı Ocak ayında idi. Bizde kaldıkları bir gün bana ayak parmağını göstererek “oğlum şu parmağımda bir ağrı oluyor” dedi. Numune hastanesine gittik. Orada yapılan tetkiklerde bu ağrının şekerden kaynaklandığını söylediler, serum bağladılar. Birkaç saat süren tedaviden sonra eve döndük. Takriben 1 hafta kadar sonra bir gün babam ayağa kalkamadı. Bizim yardımımızla kalkınca da ayakta duramıyor, dengesini sağlayamıyor, adım atamıyordu. Numune hastanesine tekrar götürdük. Orada yapılan tetkikler sonrasında “beyinciğe pıhtı atmış, hastanede yoğun bakımda yatması lâzım” dediler. 10 gün yoğun bakımda tedavi gördükten sonra taburcu edildi.

Evde bizim yardımımızla da olsa ayağa kalkmaya ve yürümeye başladı. Ancak yoğun bakımda pıhtı tedavisi yapılırken daha önce ağrı yapan ayak parmağı biraz kararmış olarak hastaneden çıktı. Bu defa ortopedi doktorlarına yönlendirdiler. Doktor kararan parmağı görünce “çürüdüğünü ve alınması gerektiğini” söyledi. Çare yoktu. Parmak alındı. Ama diğer parmaklar hatta bacak da aynı tehdit altındaydı. Zira şekerden dolayı kangren başlamış, damarlar tıkanmış, hastalık ilerliyordu. Bir ay kadar sonra aynı ayağın ikinci parmağı çürüdü o da alındı. Artık her gün hastanelere gidip geliyor, çok farklı doktorlardan görüşler alıyor ve hastalığın daha fazla ilerlememesi için çareler araştırıyorduk.

Bitkisel ilaçlar, hiperbarik oksijen tedavisi, kalp damar cerrahisinin uyguladığı damar açıcı yöntemler ne varsa denendi. Hiperbarik oksijen tedavisinde günde 2 saat kapalı bir kabin içinde kalıyor ve oksijen alıyordu. Bir ay devam etmesi gerekiyordu. Ancak babam 2 gün dayanabildi. Bypass’lı kalbi yoğun oksijene dayanamamış. “Bu hasta devam edemez, kalp krizi geçirir” dediler. Mecburen tedavi bırakıldı. Ankara ve İstanbul’da araştırmalar yaptım. Birçok doktorla görüştüm. Babamın ayak resmini gönderince bakıyorlar ve “buna bir şey yapamayız” diyorlardı. Ne yapsak nafile… Hiçbir çözüm bulunamadı. Bu arada çürüme ilerliyordu. Parmaklardan sonra ayakta ve bacağın bazı bölümlerinde de kararma başladı. Gün atlamadan her gün kimyasal ilaçlarla pansuman yapılıyordu.

Hastaneye gittiğimiz bir gün üçüncü parmağını da aldılar. Babam artık parmakları hesaba katmıyordu. “Parmaklara bakma da bacak kesilmese” diyor, bacağın kesilmesi ile başkasına muhtaç hale geleceğinden endişe ediyordu. Ama ne yaptıysak kâr etmedi. Bacağı kurtaramadık. Artık bacağın da kesilmesi lâzım dediler. Ocak ayında başlayan ve birbirini takip eden hastalıklar Temmuz ayına kadar aralıksız devam etmiş ve Temmuz ayının başında ameliyatla bacağı da alınmıştı. Allah’ın bir takdiri tabi ama babamın bacağının da adını aldığı amcasının bacağı gibi kesilmesi şaşılacak bir tecellidir.

Bacağı alındıktan sonra bir türlü kendisini toparlayamadı. Her geçen saat daha kötüye gidiyordu. Babam bütün bu gelişmelere gayet olumlu yaklaşıyor ve sürekli haline şükrediyordu. Dilinden şükür ve dua eksik olmuyordu. Öyle içten gelen bir “Elhamdülillah” derdi ki, sözündeki samimiyetini hissetmemek mümkün değildi.

Daha önce defalarca söylediği şu sözü yine tekrarladı: “Oğlum ben sizlerden, tüm evlatlarımdan, kızlarımdan, oğullarımdan, gelinlerimden, torunlarımdan razıyım. Rabbim de sizden razı olsun ve hepimizi cennetinde kavuştursun İnşaallah.” Bu dualara yürekten “Amin” dedik. Bir evladın ana babasından alacağı en güzel şey onların duasıdır. Bizler, tüm kardeşler olarak onların dualarını aldık hamdolsun. Hele hele babam hastalık süresi içinde öyle dualar ederdi ki, bugün hatırladıkça bir yandan rahatlama hissediyorum, diğer yandan gözyaşlarıma hâkim olamıyorum. Ağzından hiç dua eksik olmazdı. Birkaç defa da şöyle demişti: “Evlatlarım ben size artık nasıl dua edeceğimi bilemiyorum. Rabbim sizlerden sonsuz razı olsun. En büyük dileğim cennette de sizlerle beraber olmaktır.”

O gece ben ve kardeşim Ömer yanında idik. Saat 01.00 gibi aniden rahatsızlandı. Kendinden geçti, şuuru kayboldu. Büyük bir sıkıntı içine girdi. Adeta can bedenden çıkarken nasıl bir sıkıntılı hal olursa öyle oldu. Çırpınışları gözümün önünden gitmiyor. Hemşireler, doktorlar kim varsa koşarak geldiler. Oksijen bağladılar, iğne yaptılar, serum vermeye başladılar. Ne yaptılarsa olmadı. Sıkıntısı bir türlü geçmedi. Tekrar yoğun bakıma aldılar. Babamın sıkıntı derecesi öyle yüksekti ki, yoğun bakımın önünde beklerden sanki her an vefat haberi gelecekmiş korkusu yaşamaya başladık. Birkaç saat bekledikten sonra sakinleştiğini ve artık uyuduğunu haber verdiler.

Babam 13 gün yoğun bakımda kaldı. 13 günün son 3 günü içindeki görüşmelerimizde babam her defasında ısrarla “oğlum beni buradan çıkarın, ya normal odaya alın veya eve götürün” demeye başladı. Bu isteği ve ısrarını her gün biraz daha arttırıyordu. Bunu o kadar ileri boyuta götürdü ki, son iki gün içinde “şayet beni buradan siz çıkartmazsanız ben sürüne sürüne kendim çıkarım” demeye başladı. Biz de yoğun bakımdan çıkarsa tedavisinin tam yapılamamasından korkuyorduk. Zira kalp ve akciğerlerde sorunlar var ve oksijen değerleri sürekli düşüyordu. Ama ısrarlarına daha fazla dayanmak mümkün değildi. Doktora durumu ilettik. Zaten kendisi de doktora “beni buradan çıkarın” diye söylemiş. Doktor “o zaman normal odaya alalım da durumunu orada takip edelim” dedi.

Yoğun bakımda son görüştüğümde babama müjde vermek için; “Baba hadi gözün aydın, doktorla görüştüm, yarın normal odaya çıkacaksın” dedim. Babam biraz da yüksek bir ses tonuyla “yarın mı ne yarını oğlum beni bugün buradan çıkarın ki herkesle görüşecek, helalleşecek zamanım olsun” dedi. İşte o zaman yoğun bakımdan çıkma konusunda neden bu kadar ısrarcı davrandığını anladım. Yanından büyük bir üzüntü ile ayrıldım. Ertesi gün önceden belirlenen özel odaya götürdük. Annemi de getirmiştik, odada bekliyordu. Normal özel odaya gelip de, annemi ve tüm çocuklarını görünce mutluluğu gözünden okunuyordu. Biraz sohbetten sonra, torunları ile görüşmek istedi ve isim isim sayarak bunları çağırın demeye başladı. Gelebilenler geliyor, her gelenle helalleşiyordu.

İkindiden sonra tekrar bozulmaya başladı. Yataktan kalkmaya azmetti. “baba kalkamazsın, unuttun mu bacağını, zaten oksijen bağlı” deyince, “bana abdest aldırın, namaz kılacağım” dedi. Abdest azalarını suyla ıslatarak abdest aldırdık. Yatakta ima ile namazını kıldı. Tekrar isim saymaya başladı ve onları çağırmamızı istedi. Kimi isterse telefon edip durumu anlatıyorduk. Bir ara bana “oğlum Abdullah Büyük hoca efendiye haber ver de gelebilirse onunla da bir görüşelim” dedi.

Hemen aradım. Hocam Konya’da imiş. Yarım saat içinde geldi. 1 saat kadar el ele tutuşarak beraber oldular. Hocam gelince babam kendisini tutamadı, ağlamaya başladı. O ağlayınca hocam da dayanamadı o da ağladı. Onlar ağlayınca ben de ağladım. Derken annem ve diğerleri herkes ağlıyordu. Oda bir anda duygu yüklü bir havaya büründü. Abdullah hocam bazı sureler okudu. Dualar etti. Uzun bir sessizlik yaşandı. Diller susuyor, gönüller konuşuyordu. Kalpten kalbe yol vardır ya işte bu an o andı.

Babam ,“Hocam namazımı sen kıldır” diyerek sessizliği bozdu. Abdullah Büyük hocamla 15 gün kadar önce, TV’de ayda bir program yapalım diye sözleşmiştik. Babama da konuyu aktarmıştım, çok sevinmişti. O gün günlerden Perşembe idi ve önümüzdeki Salı günü ilk programı yapacaktık. Hocam bana dönerek, “programı erteleyelim” dedi. Ben de “tamam hocam bir ayarlama yaparız” diye cevap verdim. Babam konuşmalarımızı duymuş bana dönerek “hoca efendi ne diyor?” diye sordu. “Babam, sen rahatsız olunca hocam TV programını erteleyelim diyor” dedim. Babamın cevabı “hayır, hayır sakın ertelemeyin. Benim yüzümden hayırlı bir faaliyet ertelenmesin. Programınızı yapın” dedi.

Abdullah hocam ayrıldıktan sonra babam biraz daha bozulmaya yüz tuttu. Biz her hareketinden, her konuşmasından durumunu anlıyorduk. Sık sık yüzümü, vücudumu yıkayın diyor, her yıkayışımızda rahatlama hissediyor ve derin bir “Elhamdülillah” çekiyor, arkasından da dualarını sıralamaya başlıyordu. Ağzından hiçbir zaman. “Lâ havle ve lâ kuvvete İllâ Billâhil Aliyyil Azim”, “Lâ İlahe İllallah”, “Allah, Allah, Allah” zikirleri eksik olmadı. Ben bir defa durumu bozulur gibi olduğu bir zamanda, “Allah de babam” der demez, “başka ne diyeceğim oğlum elbette Allah diyeceğim, hep Allah diyorum, bu saatten sonra diyecek başka söz mü kaldı?” diye cevap vererek zikrini, hamdını sürdürdü.

Bir ara bize vasiyetlerini sıralamaya başladı.

“Oğlum biliyorsun, beni üçlere koyacaksınız. Namazımı kendisine de söylediğim gibi Abdullah Büyük hocam kıldırsın. Beni defnettikten sonra ‘Hepimiz Ölüm Yolunun Yolcularıyız’ kitabımı mezarlıkta dağıtmayı unutmayın.” “Tamam babam” dedim ama kitabı dağıtmadan beklettiğini bilmediğim için şaşkınlık yaşadım. Zira bütün kitaplarını gelir gelmez dağıtmaya başlardı. Daha sonra eve gidince gördüm ki, bu kitaplar, paketleri dahi açılmadan evin kilerinde duruyormuş. Demek ki, bu kitabı kendisinin vefatından sonra dağıtılmak için saklamış.

Akşam oldu. Babam, zikirleri söyleye söyleye uykuya daldı. Gece 01.00 de durumu bozulunca tekrar yoğun bakıma aldılar. Bu defaki yoğun bakım farklıydı. Acil kritik yoğun bakım… Doktora rica ederek yanına girdim. Babam kendisinde değildi. Sadece nefes alıp veriyordu. Dünyadan ilişiği kesilmişti. Doktor “her şeye hazırlıklı olun” deyince durumunun ciddiyetini daha iyi anladım. “Babam” diye sesleniyor, alnından öpüyordum ama hiçbir cevap, hiçbir tepki vermiyordu. Sabah namazını kıldıktan sonra görevli doktor acı haberi verdi: “Başınız sağolsun.”

İşte o an dünyanın başınıza yıkıldığı andır. Şaşkınlıktan ne yapacağınızı bilemediğiniz, donup kaldığınız, beyninizin dumura uğradığı an o andır. Görevli doktorun sesiyle kendimize geldik. “Karşıdaki görevli arkadaştan ölüm belgenizi alın.” Belgede babamın 27 Temmuz Cuma günü sabah 06.00 da vefat ettiği yazıyordu. Yakınlarımıza haber verdik. Ne zaman nereden kaldırılacağını belirledik. Hastanenin görevli yıkayıcısı ile birlikte babamı yıkadık, kefenledik.

Oldukça kalabalık bir cemaat eşliğinde vasiyeti gereği Abdullah Büyük hocamın kıldırdığı namazdan sonra yine aynı kalabalık cemaatle babamı ebediyete uğurlamak üzere Üçler mezarlığında çok sevdiği Hacı Veyis Efendi, Hacı Veyiszade Mustafa Efendi ve Tahir Büyükkörükçü hocalarımızın yattıkları yere yakın bir yere defnettik. Çok sayıda hoca efendiler Kur’an-ı Kerim’den sureler okudular. İl Müftümüz Ahmet Poçanoğlu hocam öyle güzel bir dua yaptı ki, o duanın tadını, hoşluğunu hâlâ gönlümde hissediyorum.

Babamı ebediyete uğurladıktan sonra annem adeta hayata küstü. Kolay değil 72 yıl beraber yaşadığı hayat arkadaşını kaybetmişti. Daha önce bilhassa annemin babama sık sık söylediği “hacı, Rabbim bizi katına beraber alsın” niyazı gerçek oldu. Annem, babamdan 53 gün sonra 20 Eylül 2018 Perşembe günü öğleden sonra aniden kötüleşti ve akşam saatlerinde de vefat etti. Annemi de yine aynı yerde Cuma günü, Cuma namazından sonra toprağa verdik. Güzel yaşadılar, güzel gittiler. Rabbim babama ve anneme rahmetiyle muamele yapsın. Mekânlarını cennet eylesin.

Babam sima olarak milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’a çok benzetilirdi. Ama ben onun fiziki görünümünden ziyade tavrını, davranışlarını, huy ve karakter yapısını Mehmet Akif’e benzetirdim. Babam da aynen Mehmet Akif gibi sözünde durma konusunda çok hassastı. Bir söz verdi ise ne pahasına olursa olsun onu yerine getirirdi. Çok dakikti. Bir yere gitmek için belli bir saatte sözleşilmiş ise bir dakika bile geçirmez, o vakitten daha erken vakitte belirlenen yerde olurdu. İşlerine mutlaka çalışma saatinden önce gider, sonra çıkardı. Bir yere gideceğimiz zaman bize saat verir, o saati birkaç dakika bile geçirsek hesap sorardı. Çok titiz ve randevularına son derece sadıktı.

Babam da, Mehmet Akif gibi çok fedakâr, çok yardımseverdi. Aynen onun gibi kendisinden daha çok evlatlarını, yakınlarını, çevresindeki insanları ve ihtiyaç sahiplerini düşünürdü. Aynen onun gibi görevlerinde çok titizdi ve kendisini tamamen hizmete adamıştı. Mehmet Akif, vatan işgal altında iken nasıl sözleriyle, şiirleriyle, yazılarıyla insanımızı kurtuluş savaşına hazırlamak için gayret etmişse, babam da bundan 70 -75 yıl önce basın alanında bizim camiamızın hiçbir ferdinin olmadığı zor zamanlarda yazılarıyla, şiirleriyle İslâm davası uğruna yılmadan mücadelesini sürdürmüştü.

Kibir, büyüklenme, kendini başkalarından üstün görme gibi hastalıklar hiçbir zaman onun semtine uğramamış, tevazuyu elden bırakmamış, çocukla çocuk, büyükle büyük olmuştur. “Ben büyüğüm onlar beni arasınlar” demez, çocuklarını, torunlarını ve yakınlarını sık sık arar, ihtiyaçları varsa giderirdi.

Babamın yazarlık hayatında gösterdiği yılmaz mücadelesi de mutlaka üzerinde durulmaya değer. Onun 70 yıl boyunca kalemi ile yaptığı mücadele esnasındaki zorluklara, çilelere, hakkında açılan bitmek bilmeyen davalara, ev aramalarına, hapishane hayatına, sık sık gidilen Devlet Güvenlik Mahkemesi savcılarına ve yaşadığı bütün zulümlere rağmen davasında dimdik durmaya devam etmiş, azminden, gayretinden ve mücadelesinden hiçbir şey kaybetmemiş, kalemini hak dava uğruna kullanmayı sürdürmüştür.

Arkasında bıraktığı eserleri, evlatları ve sadaka-i cariye ile İnşaallah amel defteri kapanmayacak kişiler arasına girmiştir. Babamın da sık sık dua ettiği gibi hepimizi Cennetinde buluştursun İnşaallah…

Editör: TE Bilişim