“Ramazan ayı… İnsanlar için hidayet olan, doğru yolu ve hak ile batılı birbirinden ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kur’an onda indirilmiştir. Öyleyse sizden kim bu aya şahit olursa artık onda oruç tutsun. Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde (tutsun). Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. (Bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola (hidayete) ulaştırmasına karşılık Allah’ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz.” (Bakara Suresi, 185)

Nefse hâkimiyetin en kesin çaresi, en emin yolu oruç tutmaktır. Gün sayısında, mevsim ve zamanlarda bazı farklar bulunmakla beraber bizden evvelki ümmetlere oruç farz kılınmıştı. Allahû Teâlâ onlara ihsan ettiği bu lütfu bize de ikram etti ve takva mertebesine ersinler diye, hicretin ikinci senesi, ümmet-i Muhammed’e orucu farz kıldı.

Sahabeden Ebu Ümame (RA) Resulü Ekrem (SAV) Efendimize gelerek, “Ey Allah’ın Resulü! Bana bir amel emredin,” dedi. Efendimiz (SAV) “Oruç tut. Çünkü oruca denk bir ibadet yoktur.” buyurdu. Ebu Ümame (RA) aynı soruyu tekrar tekrar sorduysa da Efendimizin (SAV) cevabı değişmedi. (Nesâî).

Oruç; Allah’ın emrini yerine getirmek niyetiyle, tanyerinin ağarmasından itibaren güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve nefsanî arzulara uymaktan kendini tutmaktır. Oruca başlarken düşüncemizin nokta-i hareketi, yüce Mevla’mızın emrini yerine getirip rızasını kazanmak olmalıdır. Orucu perhiz­den ayıran şey de niyettir. Ve oruçlunun tek sermayesi; nefsani arzulardan kendini koruyarak Allah’tan rahmet, mağfiret ve rızayı ilahiye erme talebi ile aç kalmaktır.

Fakat on bir ay Allah’la savaşanların bizim zaaflarımızı kullanarak bir ay ramazanı sermaye yapmaları biz Müslümanlar için ne kadar acı bir durum öyle değil mi? Yahudi, Hristiyan, lâik, müşrik, komünist, kapitalist, münafık, din düşmanı ne varsa ramazan pazarlıyorlar, iftar pompalıyorlar oruçlu dimağlarımıza. Ne gariptir ki, özellikle de Müslüman düşmanı markaların ürünleri, öyle büyük bütçelerle ürünlerine ramazan reklamı yaparlar ki, küçüğümüzden büyüğümüze herkes iftar saatlerine yakın, her hangi bir markete uğrayıp hiçte ihtiyaç yokken doldururuz sepetlerimizi onların ürünleriyle, iftarlık ederiz düşüncesiyle. Gariptir ya, reklamlar hep iftarlık sunar bizlere, hiç sahurdan bahsetmez, çünkü onlar bizi bizden iyi incelemişler “aç Müslümanın halini, tok kapitalistler” iyi çözmüşler. Hâlbuki biz ramazana girmeye niyetlenmiştik, markete değil. Aç olmaya, midemizi dinlendirmeye niyetlenmiştik, acın halini anlamamız için aç kalmamızı isteyen Rabbimize, ibadet şuuruyla tutmuş olduğumuz oruçlarımızı günahlarımıza karşılık sunacaktık, ama kilo alarak bitireceğiz bu gidişle yine mübarek ramazanı. Diğer aylarda yediklerimizden kısacaktık, infak edecektik, fakir komşularımızı, aç bildiklerimizi doyuracaktık öyle değil mi?

Onlar tabi olarak görevlerini yapıyorlar, Müslümanların Ramazanını dahi fırsata çeviriyorlar, hatta zulüm ettikleri diğer coğrafyalardaki Müslüman kardeşlerimize sıkılan kurşun ve bombalara bizim adlarımızı veriyorlar. Hani bizim için Ramazan ayı fırsat ayı idi, hani biz bu ayda tutacağımız oruçlarla, yapacağımız infaklarla, edeceğimiz dualarla kulluğa, cennete ve Allah’ın rızasına daha çok yakın olacaktık, ne oldu bize? Hani bizim açlığımız, cennetin Reyyan kapısından girebilme biletinin sermayesiydi. Kaptırdık yine sermayeyi kapitalist, sömürü düzenine.

Amacım reklamı yapılan ürünleri veya onları bize sunan firmaları, markaları, ülkeleri, toplumları, gayrimüslimleri kötülemek değil. Yanlış anlaşılmasın. Onlar görevlerini yapıyorlar kendilerince ve başarılı da oluyorlar nitekim. Peki, biz ramazanda oruç görevimizi tam manasıyla, Allah’ın istediği şekilde yapabiliyor muyuz diye, iftar ve sahur sofralarımızı gözden geçirmemiz için bir çağrı sadece benimkisi. Orucun, şekil bakımından dikkat edilmesi gereken pek çok yönü vardır. Bu yüzden, mümin kişi orucu dinin temel rükünlerinden biri olarak kabul edip benimsedikten sonra, geriye sadece bir husus kalır: Söz konusu ibadeti Rasulallah’ın (SAV) yaptığı şekilde yerine getirmek için elden gelen çabayı harcamak. Peki, biz böyle mi yapıyoruz?

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Asrı Saadetten bir örnek vermek isterim.

Orucun Müslümanlara farz kılındığı yıl. Ve o ilk ramazanın 16. Günü Bedir Seferine gidiliyor. Önde kutlu nebi, arkasında 305 kişilik Sahabe-i Kiramdan oluşan Müslümanların ilk şanlı ordusu. Aylardan Ağustos, toprak sıcak, hava sıcak, ayaklar çöl kumlarına saplanıp çıktıkça, beyinler fokurdamakta. Vakit öğle vakti, kişi başı en fazla 1-2 hurma ile sahur yapıldığından beri 100 km çöl yolunda, kum tepeciklerini aşa aşa yürümüşlerdi.

Efendimiz buyurdular; “Kardeşlerim çok çetin bir yoldayız, daha 50 km yolumuz var, yarın da cenk meydanında çetin bir karşılaşma var, güçlü olmalısınız, orucunuzu iftar edebilirsiniz.”

Ashab, öylesine iştiyakla tutuyor ki orucunu, hem orucun farz olduğunun ilk yılı olması, hem sefere gidiliyor olması, onların oruca olan bağlılıklarını arttırıyordu.

Dediler ki; “Ya Rasulallah, bu Allah’tan bir emir midir, yani mecbur muyuz orucumuzu bozmaya?”

Efendimiz buyurdular; “Hayır, ama seferisiniz ve hava sıcak, yol çok çetin, iftar vaktine kadar dayanamayacağınızdan endişe ediyorum.”

Dediler ki; “Ey Allah’ın Resulü, belli ki biz bu sefere çıkarken, Allah’a kavuşma yerine diye niyet ettik, şehadete ant içtik, eğer kesin emriniz bu değilse müsaade edin iftarı bekleyelim.”

Ve bozmadılar oruçlarını. Nihayet iftar vakti geldi. 305 kişi azıklarını açtılar toru topu 100 kadar hurma, yani 3 kişiye 1 hurma, ısırarak mı yenir, yoksa yalayarak mı? Ertesi gün 5-6 kiloluk kılıçlar, karşıdaki yaklaşık 1000 kişilik ordunun tepesine inecek, Ebu Cehillerle savaşılacak.

Şimdi önce nefsimi sonra sizleri düşünmeye ve tefekküre davet ediyorum kardeşlerim, bizim orucumuzu sorgulamamız gerekmiyor mu? İftarlarda eş, dost, akraba, komşu ne kadar zengin yakınımız var hepsini çağırıp en güzel ve en çeşitli sofra benim yarışına girmek ve teravihe gidemeyecek kadar yiyerek şişmek, orucun hangi farzında, hangi sünnetinde, hangi nafilesinde, hangi sevabında var ve böylesi bir oruçla rızayı ilahiyi ummak bir Müslümana yakışır mı?