Bugün Türkiye, içinden geçtiği ekonomik kaosta, sürdürülebilirliğin limitlerini zorluyor, var olabilmenin yollarını arıyor. Ancak sadece kendisinin sürdürülebilirliği peşinde koşanların, bunun imkânsız olduğunu kavraması, işbirliği ve işbölümü olmaksızın başaramayacağını görmesi gerek.

Sürdürülebilir büyümenin temel bileşenleri; Öncelikle bütünlük, üretimde süreklilik, paylaşıma açık yapılar oluşturmak ve içinde bulunduğu ekosistemi besleyebilme yeteneğine sahip olabilme durumudur. Tek ağaçtan söz edersen, ağacın ömrüyle sınırlarsın kendini. Fakat orman içinde dayanışarak var olabilmek, büyüterek büyümek ile mümkün olabilecektir.

Bugün şirketlerimiz, zor zamanlardan kurtulma yeteneğiyle ekonomideki varlıklarını sürdürebiliyorlar. Dayanıklılık da zaten zor zamanlardan kurtulma becerisidir. Tek bir şirketi veya ekosistemi dayanıklı kılabiliyorsan, sürdürülebilirliğin kodlarına bir adım daha yakın duruyorsun demektir.

Karmaşada yol alma becerisine sahip yöneticiler, şirketi, kurumu hatta devleti dayanıklı hale getirir, krizlerde daha az zedelenmenin yollarını bulur, işbirliği ve işbölümü sayesinde iş kültürüne dayanıklılık geni aşılayabilir. Bugün bize sürdürülebilirlik için dayanıklılığı başaran kabiliyetler gerekiyor.

Merkez Bankası Başkanı; “döviz stokluyorsunuz, liste çıkardık” demiş ve sanayiciyi suçlamıştı. Cumhuriyet tarihinde belki de ilk kez olarak sanayici ile Merkez Bankası, bu kadar sert münakaşaya girmiş oldu. Ucuz kredi alıp döviz stokladıkları suçlamasıyla sanayicilere yönelik uyarılar, bu defa TOBB üzerinden tüm iş dünyasına yapılmış oldu.

Stokçuluk nedir? Fiyatların yükseleceğini düşünerek ürünleri stoklamaktır. Sanayide üretimin sürekliliği için hammadde stoklanması gerekir. Ancak hükümet, stokçuluğun her türlüsünü suç gibi değerlendirip, döviz sıkıntısından, sanayici, işadamı, bankaları sorumlu tutma açıklamasına gidiyor.            

Kimler stokçu? Derseniz, döviz biriktirenler stokçu, hammadde alanlar stokçu, geleceğe yönelik plan yapanlar stokçu. Yani şimdi herkes stokçu… Neden mi? Enflasyon yüksek ve herkes enflasyondan korunma telaşında. İşadamı, bankadaki parasına el konulacağından korkuyor ve birikimini sistem dışında tutmak istiyor.

Farklı politikalarla üretim, yatırım, istihdam ve büyüme tırmanacak, cari fazla verecektik. Ancak tam tersi oldu ve ülke hızla derin krize gömüldü. Hükümet, iflas eden politikadan vazgeçmek yerine sanayiciyi, iş dünyasını suçlamayı tercih etmiş oldu. Her getirilen suçlama, yeni suçlar yaratacak. Her getirilen kısıtlama, yeni kaçak ve kayıplara yol açacak.

Enflasyonun yükselmesi ile birlikte hayatımızda kâğıt paralar da anlamını yitirmeye başladı. Artık 200 TL’ler yetmiyor. 500 ve 1000’lik banknotların önü açılıyor. Hükümet de bunu göstermemek için yeni yollar arıyor. Nasıl mı? En büyük kupür olan 200 TL’lik yerine 100 TL’lik kupürleri daha fazla basarak…

Hükümet istediği kadar kupür para basabilir mi?

Bunu neye göre belirler? Para basma hakkı Merkez Bankası’nındır. Tıpkı dolar basma imtiyazı sadece FED’de olduğu gibi… Piyasadaki banknotların en büyük kupürlüsünün miktarı, toplamın yarıdan fazlasına geçtiğinde, bir üst kupür basılır. Merkez Bankası istediği kadar basar da bu davranışıyla enflasyon değirmenine su taşımış olur.

Ekonomide süslenen rakamlar, sürekli “çok iyiyiz” söylemleri… Büyüyoruz, ihracat rekoru kırdık müjdeleri sürerken… Hayati veriler; kırmızı alarm modunda ilerliyor. Çünkü enflasyon liginde birinci sırayı kimseye kaptırmaya niyetimiz yok gibi.

Değerli okurlarım,” neden ekonomide bu kadar kötü tablo çizip bizi tedirgin ediyorsunuz?” diye sorabilirsiniz. Çünkü çarşıda pazarda o bilindik durumları görenler, yani yapılan alışverişler, restoranlarda hiç yapılmazsa hafta sonu keyifleri, ağzına kadar dolan kafelerde bilmem ne markanın içeceklerini yiyeceklerini almak için sıraya giren gençleri her evde bulunan arabaları vs. vs. dillendirip gerçekleri yazmadığımı söyleyenler var. Fakat ben rakamsal verilerden yola çıkarak sizlere bilgiler aktarıyorum. Yoksa kimseyle bir sorunum da yok. Artık öyle alışkanlıklar edinildi ki tüketen toplum olmanın zorluklarını yaşıyoruz aslında… toplum dengeyi ancak üreterek sağlayacak. Bakınız tüm dünya gıda enflasyonu yaşıyor ve bu konuda ülkemiz aracı konumunda bulunuyor. Bunun en büyük göstergesi denizlerimiz üzerindeki kuru yük gemileridir. Yani tehlikenin büyüklüğü gözümüzün önünde  belgeli şahitli duruyor.

Tarımsal kalkınma ve tarımsal göçün kapıları da sonuna kadar açılmalı ki bu kapı gençlerin üretimde ve ülke kalkınmasındaki rollerini de artırsın.

Zor bir dönemeçteyiz. Bu virajda yıkılmadan ayakta kalmanın büyük çabaları veriliyor ve her türlü çaba sarf ediliyor. O zaman bu durumda her bir birey ülke adına, kalkınma adına kendi gayretini ortaya koymak zorundadır.