Kişiliğini kaybetmiş insanları konu almak kolay değil. Maddeye köle olup manayı ve değerlerini yitirenlerin, savrulup yoldan çıkan, yolu olmayan yolsuzların, kişiliği olmayan kişiliksizlerin, safı belli olmayan, hangi tarafta olduğu meçhul, her tarafa yalpalayan bertaraf insanların öyküsünü yazmak cidden zor mesele.

Öncelikle omurga üzerinden konuyu değerlendirmek gerekir. İnsanın biyolojik yapısını meydana getiren omurga, vücudun ana gövdesi yani belkemiği anlamına gelmektedir. Omurgasız olma durumu; temsil ettiği bir ilkesi, bir fikri, bir düşüncesi veya bir dünya görüşü olmadığı gibi savunduğu bir duruşu ve bir tavrı da olmayan, her kılığa ve şekle girebilen, el-etek öpen, izzet ve onurunu kaybeden korkak kişiler hakkında kullanılır.

Omurgasızlığa meyledenler için sıkıntı çekmek yerine lüks ve rahatı seçmek, zorluklardan kaçıp tavizler vermek daha cazip hale gelmektedir. Bunların dünyasında köşeyi dönmek, safını ve çizgisini değiştirmek; hak ve adalet için mücadele etmek ve çaba sarf etmekten; doğruyu, iyiyi ve güzeli savunmaktan daha tatlı ve vazgeçilmezdir. Doymak bilmeyen hırslarının tutsağı haline gelmiş, menfaat tapınağında dönekliklerinin kıblesi olan gücü ve parayı kutsayarak samimiyeti ve fedakârlığı sırtlarından hançerlerler. Kendilerine ait bir kimlik, benlik ve kişilikleri olmadığından başkalarının gölgesi altında yaşarlar. Başkalarının emri altında uzaktan kumandayla bir piyon olarak kullanılmaktan rahatsızlık duymazlar.

Aksine Victor Hugo’nun sözleriyle açıklarsak kendi ışıklarına güvenmedikleri için başkasının parıltısından rahatsızlık duyarlar. Karakter ve kişilikten yoksun birer boş çuvalı andıran omurgasızların başkalarının hikâyelerini beğenmeseler de kendi hikâyelerini yazacak cesaretleri yoktur. Suyun üzerindeki köpük ya da rüzgârın savurduğu kül gibi özgül ağırlıklarından bahsetmek mümkün değildir.

Omurgasızlar kadar sayıca çok olmasa da omurgalıların varlığı inkâr edilemez. Omurgasızlığın tersi omurgalı olmaktır. Omurgalı olmak; eğip bükmeden inandığı, savunduğu hakikatleri dile getirme cesareti olan, söz konusu olan bu değerler için fedakârlıktan çekinmeyip her türlü cefayı göze alan dik duruşlu, şahsiyetli ve onurlu olmaktır.

Şahsiyetli ve onurlu olmaksa, bir korkusu ya da çekincesi olmadığı gibi bahanelerin arkasına sığınmadan düşünce ve davranışlarında riyakârlık yapmadan, içten samimi bir şekilde safını netleştiren, mazisine bağlı istikbaline emin adımlarla yürüyen, mazlumun yanında zalime karşı meydan okuyan, zulme ve haksızlığa karşı duruşuyla hakkın, adaletin ve merhametin savunuculuğunu yapan yiğit neferler olmaktır.

Toplumda omurgalıların varlığı bazılarını rahatsız edecektir elbette. Sezai Karakoç’un ifadesiyle “Seni yok sayacaklar, sen daha çok var olacaksın.” Varlıklarının alametleri olarak hayatta adaleti, iyiyi, doğruyu, güzeli savunanların yoluna tabii olarak birtakım zorluk ve çileler çıkacaktır. Siz hiç seyirci koltuğunda oturanların alkışlandıklarını gördünüz mü? Alkışlar sahneye çıkanlar içindir; oturdukları yerde laf gemisi yürütenler, hayal âleminde yaşarlar, ayaklarının yere basması için harekete geçip gerçek hayata karışmaları gerekir.

Bu konuda ‘Davranışlar; kelimelerden daha fazla konuşur, daha çok şey ifade eder’ diyen Oscar Wilde’ın sözlerine katılmamak mümkün değil. Unutulmaması gerekir ki, eylemler her zaman sözcüklerden daha çok etkili olup ses getirirler. O yüzden bir kişinin konuşmasından ziyade yaptıklarına bakılır.