TYB Konya Şubesi’nin “Yazılacak Çok Şeyimiz Var” sloganı kapsamında her yıl düzenlediği gezilerin bu yıl ki bölümü Hatay’a yapıldı.

Bu yıl ki gezi de daha önceki yıllarda yapılan geziler gibi kusursuzdu, şahaneydi, mükemmeldi ve unutulmaz hatıralarımız arasına girdi. TYB Konya Şubesi’nin gerçekleştirdiği gezilerin sadece seyahat olmasının ötesinde bazı özelliklerin ve güzelliklerin de oluşmasına neden olması gezilerin önemini bir kat daha arttırmaktadır. Gezinin ötesi olarak nitelendirdiğim güzellikleri yazımın sonuna bırakarak öncelikle Hatay ile ilgili genel bilgi vermek suretiyle gezi yazımıza başlamış olayım.

Hatay Türkiye’nin en önemli eski yerleşim yerlerinden biridir ve Medeniyetler şehri olarak bilinir. İl toprakları ilk Tunç Çağından itibaren Akat Beyliği ve M.Ö. 1800-1600 yılları arasında Yamhad Krallığına bağlı bir beyliğin sınırları içerisinde yer almıştır. Daha sonra sırasıyla Hititler, Mısır, Urartular, Asurlular ve Persler'in egemenliğine girdi.

MÖ 300 yılında Antakya kurulmuş ve kent hızla gelişmiştir. Kent MÖ 64 yılında Roma İmparatorluğu'na katılmış ve İmparatorluğun Suriye eyaletinin başkenti olmuştur. 638 yılında Hz. Ömer’in hilafeti döneminde İslam ordusu tarafından fethedilmiş ve sırasıyla Emevi, Abbasi, Tolunoğulları ve İhşitlerin egemenliğine girmiştir. 969 yılında tekrar Bizans’a teslim olan Antakya bu dönemde Haçlı Prenslikleri ile İslam Beylikleri arasında gidip gelmiştir. Memlûklerin 1268’deki gelişleri ile Antakya’da 171 yıl süren Haçlı Prensliği sona ermiştir. Bu tarihten sonra bölgeye Türkmenlerin yerleştiği görülmüştür. 1516’da Yavuz Sultan Selim’in fethiyle Antakya Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun Hatay'daki hâkimiyeti 1918 yılına kadar devam etti.  30 Ekim 1918’de İhtilaf Devletleri antlaşma hükümlerine aykırı olarak Antakya ve havalisini işgal etti.

3 Temmuz 1938'de Türk ve Fransız heyetleri arasında yapılan antlaşma ile Hatay'da eşit sayıda olacak şekilde Türk ve Fransız askeri gücü konuşlandırıldı. Seçimler ile oluşturulan Hatay Meclisi 2 Eylül 1938'de toplanarak bağımsız Hatay Cumhuriyeti'ni ilan etti. Cumhurbaşkanlığına Tayfur Sökmen, Başbakanlığa ise Abdurrahman Melek seçildi.

Ankara’da, Fransa ile Türkiye arasında, 23 Haziran 1939 tarihinde “Türkiye ile Suriye Arasında Toprak Sorunlarının Kesinlikle Çözümüne İlişkin Antlaşma’nın imzalanması ve Fransa’nın, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını kabul etmesiyle Hatay Devlet Meclisi 29 Haziran 1939 tarihinde oy birliği ile Türkiye Cumhuriyeti'ne iltihak kararı aldı. Türkiye, 7 Temmuz 1939 günü çıkarılan bir yasa ile "Hatay" ilini kurarak bağlanma işlemini sonuçlandırdı. 23 Temmuz 1939'da Fransız birlikleri Hatay'ı terk ettiler.

2012 yılında çıkarılan kanun ile Büyükşehir Belediyesi kuruldu. Hatay’ın Antakya ve Defne Merkez İlçe olmak üzere toplam 15 ilçesi mevcuttur.

Bu bilgilerden sonra gezimize geçebiliriz.

45 kişilik bir kafile ile Cuma günü sabahı çıkılan Hatay gezisinin ilk durağı Tarsus’ta bulunan Ashab-ı Kehf oldu.  Kur’an’ı Kerim’de Kehf Suresi’nde geçen bu kıssanın özünü, ölümden sonra dirilişin bir misali teşkil etmektedir.

Sure’nin 9-26. âyetlerinde bildirildiğine göre, putperest bir kavmin içinde Allah’ın varlığına ve birliğine inanan birkaç genç bu inançlarını açıkça dile getirip putperestliğe karşı çıkmış, taşlanarak öldürülmekten veya zorla din değiştirmekten kurtulmak için mağaraya sığınmışlardır. Yanlarındaki köpekleriyle birlikte orada derin bir uykuya dalan gençler 309 yıl sonra uyanmışlardır. Bu süre Kur’ân-ı Kerîm’de, “Onlar mağaralarında 300 yıl kaldılar, dokuz da ilâve ettiler.  De ki: Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” şeklinde belirtilmektedir.

Mağarada “bir gün kadar” uyuduklarını sanan gençler, içlerinden birini gümüş bir para vererek yiyecek almak üzere şehre gönderirler. Böylece onların durumuna muttali olanlar Allah’ın vaadinin hak olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğini anlarlar.

Ashab-ı Kehf ziyaretinden sonra Hatay’a ulaştık ve zaman kaybetmeden otelimize yakın olan Harbiye Şelalesi’ni gördük. Harbiye Şelalesi gerçekten görülmeye değer güzellikte bir mekân. Her yerden akan sular, suları çevreleyen yeşillikler ve akan suların içinde yapılan sohbetler… Bütün bunlar, Allah’ın yarattığı müstesna bir güzellik olarak karşımızda, yanımızda idi. Bu güzelliği gösteren ve görünümü ile ruhumuzu dinlendiren Rabbimize ne kadar şükretsek azdır.

İkinci gün Saint Pierre Kilisesi ile başlayan gezimiz Hatay Arkeoloji Müzesi ve Habib-i Neccar ziyaretleri ile devam etti.

Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan St.Pierre (Aziz Petrus veya Simun Petrus) M.S. 29-40 tarihleri arasında Antakya’ya gelerek Hristiyanlığı bu kilisede yaymaya çalışmıştır. Dini toplantıların yapıldığı bu kilisede “Hristiyan” adının cemaate ilk kez burada verilmiş olması, St. Pierre Kilisesi’nin Hristiyanlığın ilk kiliselerinden biri olmasını sağlamaktadır.

“Dünyanın ilk mağara kilisesi” olarak kabul edilen St. Pierre Kilisesi, 1963 yılında Papa VI. Paul tarafından “Hac yeri” ilân edilmiştir. Modern şehir manzarası eşliğinde gezilen kilisede, her yıl 29 Haziran’da Katolik Kilisesi tarafından ayin düzenlenmektedir.

Hatay Arkeoloji Müzesi gerçekten görülmeye değer bir tarihi eser harikasıdır. Günümüzden 3 bin, 4 bin yıl önceki insanlığın kullandığı her türlü malzemenin ve o dönemlerde el ile yapılan muazzam eşyaların sergilendiği müzenin tamamını gerçek anlamda ve bilgi alarak gezebilmek için en az yarım gününüzü ayırmanız gerekiyor. Bizim 1,5 saat ayırabildiğimiz ve hızlıca gezebildiğimiz Arkeoloji Müzesi, Titus Tüneli ile birlikte gezimizin en önemli kısmını oluşturdu. 

Hatay Arkeoloji Müzesi, çağdaş müzeciliğin bütün donanımlarına sahip olarak yapılan yeni binasında 2014 yılından itibaren ziyaretçilere hizmet vermektedir. Müzede, Paleolitik, Neolitik, Kalkolitik, Tunç Çağı, Hitit, Hellenistik, Roma, Doğu Roma, Selçuklu ve Osmanlı döneminden pek çok önemli eser yer almakta olup ayrıca sergilenen mozaiklerin toplam alanı 3250 m2 yi bulması nedeniyle, dünyanın en büyük mozaiklerinin sergilendiği müze unvanına da sahip olmuştur.

Detaylı işlenmiş ve benzersiz renkli taşlarla çalışılmış mozaik koleksiyonunun büyüleyiciliği, büyüklüğü, sayısı ve kalitesi sayesinde dünyanın en önemli mozaik müzelerinden biri olmuştur. En eski dönemlerden itibaren aralıksız olarak tüm dönemleri kapsayan müze ayrıca çok geniş ve dünya çapında bir sikke koleksiyonuna da sahiptir.

Müzenin zengin koleksiyonunu; merkezi Antakya olmak üzere İskenderun, Daphne (Harbiye), Tell Atçana, Tell Tayinat, Samandağ (Seleukeia Pieria), Erzin (Epiphaneia), Dörtyol, Altınözü, Kırıkhan, Hassa ilçelerinde yapılan kazılardan çıkan eserler oluşturuyor. Çoğu Roma dönemine ait olan mimari ve diğer buluntular bölgenin tarihi özelliği yanında ihtişamını ve Hatay’ın bir Medeniyetler Şehri özelliğini de ortaya koyuyor.

Daha sonraki ziyaretimiz Habib-i Neccar oldu.

Habib-i Neccar Camii Anadolu'da kurulmuş olan ilk cami olarak bilinir. Caminin sınırları içinde ziyaretgâhı bulunan ve camiye ismini veren zâta Yasin Suresi'nde yer verildiğine inanılıyor.

Hz. İsa'nın peygamberliği döneminde halkı putperest olan Antakya'nın tevhid dinini tebliğ için vazifelendirilen elçileri Yuhanna, Pavlus ve Şem’un-u Safa’nın (Simun Petrus) kabirleri bulunduğu için bu cami Hristiyanlar tarafından da önemseniyor. Farklı dinlerin, dillerin, ırkların, mezheplerin kardeş olduğu Hatay’da Habib-i Neccar Camii de hoşgörünün, kardeşliğin merkezi ve şehrin gözbebeği olarak görülüyor.

Antakyalıların genel olarak bildiği şekliyle aktaracak olursak hikâye şöyle:

Habib-i Neccar geçimini marangozlukla sağlayan bir Antakyalıdır. (Neccar, Arapça'da marangoz demek.) Cüzzam hastalığına yakalandığı için yaşamını dağdaki bir mağarada sürdürmektedir. Hz. İsa, iki havarisini Antakya'ya gönderir,  dağları aşıp şehre giren elçiler ilkin Habib-i Neccar'a rastlarlar.

Habib-i Neccar şehre yabancı olan bu iki elçiyi görür ve kim olduklarını sorar. Onlar da Hz. İsa'nın elçileri olduklarını söylerler. Habib-i Neccar iki elçiden kendilerini peygamberin yolladığına dair bir delil ister. Onlar da derler ki: “Allah'ın izniyle biz hastalıklara şifa veririz.” Cüzzam hastalığı onların elinden şifa bulunca Habib-i Neccar, elçilerin dinine iman eder. Sonra elçiler şehre inip halkı dine davet ederler; fakat çabaları sonuçsuz kalır. Hastalıklara şifa verdikleri duyulup halkın onların etrafında toplandığını haber alan şehrin hükümdarı bu elçileri sorgusuz sualsiz zindana attırır.

Uzun süre kendilerinden haber gelmeyince üçüncü elçi (Şem’un-u Safa) Antakya'ya gönderilir. Kimliğini açığa vermeden kralın sarayına girer. Şem’un-u Safa; amacı, kendisinden önce gönderilen iki elçiyi kurtarmaktır. Aradan zaman geçer ve kralın güvenini kazanır. Krala kendisinden önce şehre gelerek hastalara şifa verdiklerini söyleyen elçileri imtihana tâbi tutmayı teklif eder. Kral kabul eder ve elçileri çağırtır. Şem’un-u Safa elçilere: “Nereden gelip nereye gidersiniz, sizi kim gönderdi?” diye sorar. Elçiler kendilerini İsa peygamberin gönderdiğini, hak olan tevhîd dinini davete geldiklerini söylerler.

Bunun üzerine Şem’un-u Safa “madem sizi bir peygamber gönderdi, elinizde bir delil olmalı” der. Hastalıklara şifa veren elçiler ölüleri diriltebildiklerini söylerler. Sarayda henüz yeni vefat eden birini elçilerin huzuruna getirirler ve diriltmelerini isterler; onlar da Allah'ın izniyle diriltirler. Dirilen kişi, “Ey Antakya halkı, siz de öldükten sonra benim gördüğüm azabı görmek istemiyorsanız beni kurtaran bu üç kişiye uyun” der. Şem’un-u Safa, “Kralım, bu elçiler olağanüstü bir hâl gösterdi. Putlarına söyle, onlar da marifetlerini göstersinler” der. Tabi kral, putlarının böyle bir hünerlerinin olmadığını bilmektedir. Yemeyen, içmeyen, konuşmayan putlar ne yapabilir ki?

Rivayetler, Kralın bu olaydan sonra iman ettiği yönündedir. Fakat halkı, davete icabet etmez, aksine inkâr yoluna giderler. Elçileri büyü yapmakla suçlarlar. Atalarının dininden vazgeçmeyen halk elçileri taşa tutar. Bunu duyan Habib-i Neccar şehre koşarak gelir ve; “Ey kavmim, sizden hiçbir karşılık beklemeyen bu kimselere uyun. Onlar doğru yola ermiş olanlardandır” der. Halk, elçilerin getirdiği dine inandığı, atalarının dinine ihanet ettiği gerekçesiyle Habib-i Neccar'ı da taşlayarak şehit eder. Başka bir rivayette Habib-i Neccar'ın şehit edilmesi dağda gerçekleşir. Öfkeli halk, Habib-i Neccar'ın başını gövdesinden ayırır ve şehrin doğusundaki dağdan yuvarlanan başı bugün caminin bulunduğu yere kadar gelir. Camide yer alan Habib-i Neccar ziyaretgâhında sadece başının bulunduğu, gövdesinin de dağda olduğu rivayet edilir.

Kur’ân-ı Kerîm’in Yasin Suresi’nde; Hakk’a davet etmek için bir şehre (Karye) gelen iki elçiye destek olmak üzere bir üçüncüsünün gönderildiği, halkın bunlara karşı çıktığı, sadece şehrin uzak bir yerinden gelen bir kişinin iman edip onları desteklediği ve bu kişinin, açıkça ifade edilmemekle beraber âyetin gelişinden anlaşıldığına göre şehir halkı tarafından öldürüldüğü, onun imanı sayesinde cennete girdiği, kendisine kötülük eden şehir halkının ise bir sayha ile helâk edildiği anlatılmaktadır. (Yasin 13- 29)

Rivayetlere göre bu elçilerin adları Yuhannâ, Pavlus ve Şem‘ûnü’s-Safâ (Simun Petrus), gönderildikleri şehir ise Antakya’dır. Bunların tebliğini kabul eden mümin kişinin adı da Habîb b. Mûsâ, Habîb b. İsrâil veya Habîb b. Mer‘î’dir. Tefsir kitaplarında Habîb’in neccâr (marangoz) olduğu, günlük kazancının yarısını ailesine ayırıp diğer yarısını tasadduk ettiği, cüzzam hastalığına yakalandığı için şehirden uzak bir yerde oturup ibadetle meşgul olduğu, iman ettiğini açıklayıp halkı da iman etmeye çağırınca taşlanarak, linç edilerek veya hızarla kesilerek öldürüldüğü, kesilmiş başını eline alıp yürüdüğü rivayet edilir.                           

                             

İkinci gün Kilise, müze ve Habib-i Neccar’dan sonra uzun çarşı ile devam eden Hatay gezimizde daha sonra Altınözü ilçesine doğru yola çıktık. Altınözü Belediye Başkanı Rıfat Sarı beyin daveti ile gittiğimiz ilçede ilk önce Başkan beyi makamında ziyaret ettik.

Başkan beyle bir süre yapılan sohbetten sonra ilçede bulunan ters ev, asma köprü, yerden 75 metre yükseklikte yapılan cam teras, bizim gittiğimiz günlerde belediye tarafından gerçekleştirilen kitap fuarı ve zeytin müzesi görüldü, gezildi.

İlçede en çok ilgimizi çeken Zeytin Müzesi oldu. Altınözü’nün Tokaçlı Ortodoks köyünde olan Müzede atla zeytin kırılması için kullanılan mengeneden, zeytinyağlarının tutulduğu kuyulara kadar zeytinin yağa olan yolculuğunda kullanılan tüm eski ve geleneksel aletler sergileniyor. Yaklaşık 5 milyon ağaç varlığıyla zeytin ve zeytinyağı üretiminde önemli bir yere sahip Hatay'ın Altınözü ilçesindeki 300 yıllık zeytinyağı tesisinden dönüştürülen Zeytin ve Zeytinyağı Müzesi, Altınözü Belediyesi tarafından restore edilerek turizme kazandırılmış.

Gelen misafirler, müzedeki bilgi panolarından ilçedeki zeytincilik faaliyetlerinin yanı sıra zeytinin tarihsel yolculuğu, zeytinyağı çeşitliliği ve ürünlerin yapılışı ile ilgili bilgi edinebiliyor.

Müzede bir odada sergilenen zeytin ve zeytinyağı çeşitleri de satışa sunularak ilçe halkına gelir kapısı oluşturuyor.

Müzenin, ilçenin ve zenginliklerinin tanıtımına olumlu etkileri olduğunu belirten Belediye Başkanı Rıfat Sarı şu bilgileri verdi: "Biz müzemizde sergilenen mengene ve üretimde kullanılan eski aletlerin işlevselliğini ve tarihçesini göstermek adına 2017 yılında burayı müze yapmaya karar verdik. Buraya gelen ziyaretçilerimiz eski mengeneden zeytinyağının nasıl çıkarıldığını, el emeğiyle eski tekniklerle nasıl üretildiğini göstermeye çalıştık. Gelen ziyaretçilerimiz hem ilçemize ait zeytin çeşitlerinin tarihçesi hakkında bilgi sahibi oluyor hem de zeytinyağının ilk dönemlerden bugüne kadarki süreciyle, faydalarını bilgilendirme tablolarında okuyabiliyor."

Gezimizin Altınözü bölümü Başkan beyin heyetimize verdiği yemek ikramı ile son bulmuş oldu.                                       

Üçüncü ve son günümüzde Samandağ, Payas ve İskenderun ilçelerini ziyaret etmek üzere Hatay’ın merkezine veda ettik.

Samandağ; Musa Dağı, Keldağ ve Saman Dağı arasında bulunan, Asi Nehri'nin Akdeniz'e döküldüğü noktada oluşmuş deltada kuruludur. Burada her biri görülmeye değer Musa Ağacı, Beşikli Mağarası, Titüs Tüneli ve Hızır Makamı ziyaret edildi.

Hatay’ın Samandağ İlçesi'nde, Hz. Musa’nın toprağa diktiği asasının ölümsüzlük suyu sayesinde yeşermesiyle büyüdüğüne ve 3 bin yıllık geçmişinin olduğuna inanılan Hıdırbey Musa Ağacı doğal güzelliği ve heybetiyle ülkenin dört bir yanından gelen ziyaretçilerin ilgisini çekmektedir.

Rivayete göre, Samandağ Sahili'nde buluşan Hz. Hızır ile Hz. Musa birlikte dağa çıkarlar. Bu ağacın bulunduğu noktaya geldiklerinde Hz. Musa elindeki asayı toprağa saplar ve eğilip su içer. Tekrar dönüp baktığında asanın yeşerip fidana dönüştüğünü görür. Halk arasında ab-ı hayat suyundan can bulan fidanın binlerce yılda gelişerek bugünkü halini aldığına inanılmaktadır. Ağacın gövde çapı 7,5 metre, çevresi 21 metre, yüksekliği ise 7 metredir. Ağacın dalları yaklaşık bin metrekarelik alanı kaplamaktadır. Ağaç, Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Başkanlığı tarafından koruma altına alınmıştır.

Musa Ağacını ziyaret edip Ab-ı Hayat çeşmesinden su içtikten sonra Beşikli Mağarası ve Titus Tüneline geçtik.

Samandağ'a bağlı Kapısuyu ve Mağaracık mahallesi sınırları içerisinde Büyük İskender’in generallerinden Seleucos Nikator tarafından MÖ 300 yılında Seleucia Pierra adında bir liman kenti kurulmuştur. Musa Dağının yamaçlarında kurulmuş olan Beşikli Mağara ve çevresi bu antik kentin nekropol alanıdır. Titus Tünelinin 100 metre doğusunda bulunan ve geniş bir alana yayılan mezarlar yüksek ve kayalık yamaçlara oyulmuştur. Aralarında en çok ilgi çeken kaya mezarları halk tarafından Beşikli Mağara olarak adlandırılmakta olup, tamamen kireçtaşına oyularak yapılmış, girişi sütunlu ve içerisinde çok sayıda kaya mezarı bulunmaktadır. Antik dönemde mezarlıklara, “Ölüler Şehri” anlamına gelen “Nekropolis” adı verilmiştir. Mimari bakımdan Helenistik dönemden de izler taşıyan Beşikli Mağara'da, 250'ye yakın mezar yatağı keşfedilmiş. Adeta bir beşiği andıran bu yatakların fazlalığına rağmen üzerine yerleştirilmiş lahitlerin sayısı yüzü bulmuyor.

Beşikli Mağaraya gitmek için yaptığımız uzun ve de çevresi güzelliklerle dolu bir yürüyüş yolunu tamamladıktan sonra yaklaşık 10 dakikalık yürüyüş mesafesinde olan Titus Tüneline geçiyoruz.

Dağlardan inerek yaşamı tehdit eden sel ve taşkınlardan korunmak amacıyla Roma İmparatoru Vespasian şehrin etrafını dolanacak, böylece akıntıların yönünü değiştirecek bir tünelin yapımını emretmiştir. İmparator Vespasian döneminde yapımına başlanan tünel, oğlu Titus zamanında tamamlanmış. Tünel inşasında Roma lejyonları ve köleler çalışmıştır. Tümüyle dağ içine oyulan tünel bin 380 metre uzunluğunda, 7 metre yüksekliğinde ve 6 metre genişliğindedir.

Titus Tüneli gezisi de tamamlanınca sahilde yorgunluklarımızı atıp biraz dinlendikten sonra otobüsümüzle Hz. Hızır Makamına geliyoruz.

Hz. Hızır Makamı Samandağ’da ve denize çok yakın bir konumda kutsal olarak bilinen bir mekândır. Rivayete göre Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın buluştuğu yer olan kutsal bir kaya olarak anılmakta ve mekânın çevresinde geleneksel olarak bir veya üç kez dönülmektedir. Müslüman ve Hristiyan halkları için büyük öneme sahip olan türbe, her yıl büyük bir ziyaretçi akınına uğramaktadır.

Hz. Musa ve Hz. Hızır ile ilgili ayetler Kehf Suresi 65 – 82. Ayetler arasında anlatılmaktadır. (Orada) kullarımızdan bir kul buldular. Ona kendi katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Musa ona demişti ki: “Sana öğretilen doğrulardan/isabetli bilgilerden bana öğretmen için sana tabi olayım mı?” Demişti ki: “Sen, benimle beraberliğe sabredemezsin! Hem hakikatini kavrayamadığın (sana verilmemiş bilgiye) nasıl sabredeceksin ki?” (Musa) demişti ki: “İnşallah beni sabreden biri olarak bulacaksın ve senin hiçbir emrine karşı gelmeyeceğim.” Demişti ki: “Şayet bana tabi olursan, (ne olursa olsun) sana açıklama yapmadıkça bana hiçbir şey sorma!” İkisi yola koyulmuşlardı. Nihayet bir gemiye bindiklerinde, (o) gemiyi delmişti. (Musa) demişti ki: “İçindeki ahaliyi boğmak için mi onu deldin? Andolsun ki sen, hayret edilesi bir iş yaptın.” Demişti ki: “Beraberliğime/yol arkadaşlığıma sabredemeyeceğini söylememiş miydim sana?” (Musa:) “Unuttuğum bir şeyden dolayı beni yargılama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma.” demişti. Yola koyuldular. Nihayet bir çocukla karşılaştılar. Onu (çocuğu) öldürdü. (Musa:) “Tertemiz bir canı, (kısas gibi) bir can karşılığı olmadan mı öldürdün? Andolsun ki sen, çok çirkin bir hata işledin.” demişti. Demişti ki: “Beraberliğime/yol arkadaşlığıma sabredemeyeceğini söylememiş miydim sana?” (Musa:) “Bir daha bir şey soracak olursam, benimle (yol) arkadaşlığı yapma. (Yolunu ayırdığın takdirde de) seni mazur sayarım.” demişti. (Tekrar) yola koyulmuş, nihayet bir belde halkına varmışlardı. Onlardan yemek istemişler (fakat halk) onları misafir etmeye yanaşmamıştı. Orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar bulmuşlardı. Onu (duvarı onarıp) düzeltmişti. (Musa:) “İsteseydin (bu hizmetin) karşılığında ücret alabilirdin.” demişti. “Bu benimle senin arandaki ayrılık (zamanıdır). Sabretmeye güç yetiremediğin şeylerin tevilini/hakikatini sana haber vereceğim.” demişti. “Gemiye gelince, o, denizde çalışan yoksul insanlarındı. Onu kusurlu hâle getirmek istedim. (Çünkü) onların önünde (sağlam olan) her gemiye zorla el koyan bir yönetici vardı.”  “Çocuğa gelince, onun anne babası mümin kimselerdi. (Çocuğun sevgisinin) onları azgınlığa ve küfre sevk etmesinden çekindik. İstedik ki Rableri onlara (ölenin yerine) daha hayırlı, temiz ve merhametlisini ihsan etsin.” “Duvara gelince, o, şehirde (yaşayan) iki yetime aitti. Altında da o ikisine ait bir hazine vardı. Onların babası salih bir kimseydi. Rabbin onların yetişkinlik çağına erişip hazinelerini çıkarmalarını istedi. (Bu,) Rabbinden bir rahmettir. (Bunları) kendiliğimden yapmadım. İşte, sabretmeye güç yetiremediğin şeylerin hakikati budur.”

Bu olayın nerede ve ne zaman meydana geldiğine dair gerek Kur’an’da gerekse hadiste açıklayıcı bilgi olmadığı gibi, Ayette sözü edilen iki denizin de hangileri olduğuna dair bir açıklık yoktur. Bunların Akdeniz’le Kızıldeniz veya Hazar denizi ile Karadeniz olduğu, yahut Nil nehrinin Sudan’daki iki kolu olan Beyaz Nil ile Mavi Nil olabileceği yahut Ürdün nehri ile Kızıldeniz veya daha başka denizler olabileceği gibi rivayetler vardır. En doğrusunu Allah bilir.                                               

Daha sonraki ziyaretimiz Payas ilçesinde bulunan Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi’ne oldu. Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murad dönemlerinde 14 yıl Osmanlı Devleti'nin sadrazamlığını yapmış olan Sokullu Mehmet Paşa’nın, tasarımını Mimar Sinan’a yaptırdığı ve oldukça geniş bir alana yayılan külliye, genelde taş ağırlıklı malzemeyle inşa edilmiş olup; Arasta, han, tabhâne, imaret, hamam, cami, hankah (medrese), sıbyan mektebi, iki çeşme ve köprüden oluşan kapsamlı bir yapı topluluğudur. Yapı sayısının ve çeşidinin fazlalığı ile tasarımdaki mükemmellik dikkat çekicidir.

Külliye’de heyetimizi karşılayan ve oldukça sıcaklık ve yakınlık gösteren Payas Belediye Başkanı Bekir Altan bey ile yapılan külliye gezisi ve sohbetten sonra İskenderun’a geçildi. 

İskenderun’da yapmayı planladığımız Deniz Müzesi’nin kapanış saatine yetişemediğimiz için bu gezimizi yapamadık. İskenderun Belediye Başkanı M. Fatih Tosyalı beyin heyetimize verdiği akşam yemeği ve bir süre yapılan sohbetin ardından Konya’ya dönmek üzere yola vasıl olduk. Güzel bir yolculuğun ardından saat 03.00 te Konya’mıza ulaştık hamdolsun. Kazasız, belasız, sağ - salim gidip gelmemizi sağlayan Rabbimize sonsuz, sınırsız şükürler olsun.

TYB Konya Şubesi’nin düzenlediği her bir gezinin bu kadar harika olmasının ötesinde; oluşturduğu birlik ve beraberlik duygusu, yeni dostlukların kurulmasının sağlanması, görülen yerlerdeki bazı güzelliklerin Konya’mıza aktarılması düşüncesi gibi güzelliklerin oluşmasına da sebebiyet vermesi bakımından oldukça önem arz etmektedir.

Bu şekilde 45 kişinin katılımı ile düzenlenen bir gezide elde olmayan sebepler haricinde hiçbir aksaklığa meydan vermeden programın saati saatine uygun olarak yerine getirilmesi çok zor olmasına rağmen bunu gerçekleştiren TYB idarecilerinin başarısı takdire şayan bir fiiliyattır.

TYB Konya Şubesi’nin kurulduğundan bu yana düzenlediği en az 20 gezinin 10’dan fazlasına katılan bir kişi olarak bu düşüncelerimi gönül rahatlığı ile yazabiliyorum. Hatay gezisinin yukarıda yazdıklarımdan daha fazla güzellikler oluşturduğunu ve bu gezinin de daha önceki geziler gibi hafızalarımıza kazındığını ve çokça manevi kazanç elde ettiğimizi de belirtmek gerekiyor. Hatay'a daha önce üç defa gitmeme rağmen bu gezinin verdiği tat, lezzet bir başka oldu.

Bu geziden alacağımız dersler var mıdır? Elbette vardır. Bu tür gezilerin en önemli ayağı budur zaten… Otobüste yaptığım değerlendirme konuşmasında da belirttiğim gibi gönlümüz gördüğümüz bazı güzelliklerin Konya’mızda da olmasını arzu ediyor. Hatay’da gördüğümüz veya gözlemlediğimiz en önemli güzellik, farklı din, farklı ırk, farklı mezhep olmasına rağmen hiçbir şekilde nizaya, kavgaya sebebiyet vermeden herkesin insan kardeşliği ölçüsü içerisinde yaşama güzelliğidir. Bu çok önemli bir özelliktir. Aynı dinden, aynı soydan aynı mezhepten olmamıza rağmen Konya insanının maalesef birbirine bu kadar hoşgörülü davrandığını söylemek çok zor… Bu hazımsızlığın ortadan kaldırılarak birbirimize hem insan kardeşliği hem din kardeşliği ölçüleri içerisinde davranmamız en büyük temennimizdir. Hatay’dan alacağımız en büyük ders bu olmalıdır.

Ayrıca Hatay’ın neresine gitsek, neresine baksak görmüş olduğumuz ve ruhlarımızı dinlendiren yeşil örtünün Konya’mızı da sarmasını canı gönülden arzu ederiz. Hatay’da gördüğümüz yeşil örtü büyük oranda tabii olsa da Konya’mızda yapılacak yeşil seferberliği ile bu amaca ulaşmak mümkündür.

Diğer yandan Hatay önemli bir su varlığına sahip. Karadeniz şehirleri gibi su bakımından oldukça zengin... Her taraftan şırıl şırıl akan suları gördükçe bu suyun Konya’mız da olmamasına hayıflanıyoruz. Mavi Tünel projesi ile şehrimize su gelmiş olmasına rağmen maalesef yeterli olmadı. Yer altı sularının da çekilmekte olduğunu düşünürsek bir süre sonra Konya’da su kıtlığı yaşamasını önlemek için şimdiden gerekli adımlar atılmalı ve Konya Ovası yeterli miktarda su ile buluşturulmalıdır. Ülkemizin önemli tahıl ambarı durumunda olan Konya’nın susuz kalması demek Türkiye’nin unsuz, ekmeksiz kalması demektir.  Bir an önce Konya’nın su problemi çözülmelidir. Su probleminin çözülmesi ile Konya’da bir akarsu veya en az 100 bin metrekarelik bir gölet oluşturabilmek mümkündür. İnsanlarımızın nefes alacağı bu tür yerlere şiddetle ihtiyaç var.

Ayrıca daha önce Gaziantep’te bu defa da Hatay’da gördüğümüz müze örneklerinin şehrimizde de olması en büyük temennimizdir. Konya’da hem kültür hem turizm açısından Şehir Müzesine şiddetle ihtiyaç vardır. Şehir Müzesi örneğini daha önce Kayseri’de görmüştük. Konya’nın tarihi özellikte olan bir binası şehir müzesi için uygun hale getirilebilir. Bu konu ile ilgili görüştüğümüz bazı yetkili zevat Konya’da kurulacak olan şehir müzesi için yeterli miktarda malzeme ve materyallerin mevcut olduğunu belirtmişlerdir.

Tabi ki Hatay’ın da bilhassa belediyecilik anlamında Konya’dan alacağı çok önemli hususlar vardır. Hatay’da gördüğümüz doğal güzelliği maalesef belediyecilik anlamında göremediğimizi cadde, sokak ve binaların oldukça bakımsız ve harap vaziyette olduğunu söylemek mümkündür.

Sonuç olarak her şeyiyle mükemmel ve muhteşem bir geziyi daha geride bıraktık. Gezinin güzelliğinin ötesinde yeni dostlar edindik. Mesela Ahmet Alkan hocamı bu gezi dolayısı ile yakından tanımanın mutluluğunu yaşadım. Ayrıca Ali Saçıkara hocamla da kurduğumuz bağ bu gezi sayesinde oluşmuş oldu.

Gezilerin ruhumuza bıraktığı manevi hoşluk yanında bakış açımızda oluşturduğu genişlik ve ferahlığı da ayrı bir güzellik olarak belirtmek gerek. Cenab-ı Hakk’ın; “yeryüzünde gezip dolaşın” emrini yerine getirerek yaptığımız bu geziden de yeni yerlerle ve kültürlerle tanışarak dönmüş olduk. 

Gezimizde bazı olumsuzluklar da yaşanmadı değil… Otobüsümüzün plakasının bir başka araçta sahte olarak kullanılması dolayısı ile en az 10 yerde trafik tarafından durdurulmamız, otobüsümüzün camının çıkması nedeniyle Kırıkhan gezisinin iptal edilme zorunluluğu ve grubumuzun dörtte birinde görülen mide rahatsızlıkları gibi olumsuzluklar bile gezinin güzelliğini gölgeleyemedi. Bunlar da tatlı bir anı olarak hafızamızda yer etti. 

Hem gidişte hem gelişte yapmış olduğu tatlı espriler ve yumuşak tavırları ile hepimizin hoş vakit geçirmesine sebebiyet veren ve kimseyi kırmamaya oldukça özen gösteren TYB Konya Şube Başkanı Ahmet Köseoğlu’na gerek bu güzel tavırları gerekse şahane bir geziyi daha hayata geçirmesi sebebiyle tebrik ediyor, teşekkürlerimi sunuyorum.

Gezi süresince katılımcılarla yakından ilgilenen ve her ihtiyaçlarını görmek için çırpınan Mustafa Güden kardeşime de hassaten teşekkür ediyorum.

Seyahat ve gezi esnasındaki konuşmaları ile bizleri bilgilendiren Prof. Dr. Ahmet Alkan ve Prof. Dr. Hasan Bahar hocalarımız başta olmak üzere gidiş geliş esnasında otobüste konuşma yaparak, şiirler ve öyküler okuyarak hoşça vakit geçirmemize neden olan tüm dostlara ayrıca konuşmamış olsa bile katılımı ile aramızda yer alan tüm gönül dostlarına sonsuz şükranlarımı sunuyorum. 

TYB Konya Şubesi’nin yapmış olduğu bütün faaliyetleri göz önünde bulundurarak son cümle olarak şunu söyleyebilirim: Rabbimin bendenize önemli bir kültür kuruluşu ve sivil toplum örgütü olan TYB’nin mensubu olma bahtiyarlığını nasip ettiği için ne kadar şükretsem azdır. Bir daha ki gezide buluşmak dileğiyle…