MODERİNİZMİ SEVMİŞTİK

Abone Ol

MODERİNİZMİ SEVMİŞTİK

Yenigün'deki ilk yazımın başlığı "Postmodern Dünyada Hayatta Kalma Rehberi" idi. Aldığım tepkiler postmodernliğin "ne"liği üzerine oldu. Öyle ya, durup dururken bir Frenkçe kelimeyi daha niye getiriyordum gazete okuyucusunun gündemine.

Kişisel olarak hiç de hazzetmediğim bir şeydir Frenkçe kelimeler kullanmak. Entellektüellik gösterisi yapmak gibi bir derdim olmadığını da bilenler bilir. Ama sürüp giden bir hayat var ve bu hayat içinde dünyanın adını bile duymadığımız ücra bir köşesinde ortaya çıkan bir kavram çağdaş iletişim teknolojisinin imkânlarının da yardımıyla çok kısa bir süre içinde anlam dünyamızı işgal ediveriyor. Bu türden kavramların hiçbirine "bize ne bunlardan!" diyemiyoruz, çünkü güç sahipleri bu kavramları bize olmasa bile çocuklarımıza dayatıyor ve eğer biz duyarsız kalırsak, biz bu kavramları anlayıp çözümleyerek gardımızı almazsak gelecek nesillerimizle aramızda uçurumlar oluşturuyorlar.

Postmodernlik de bu tür kavramlardan biri. Biraz Türkçeleştirmeye çalışırsak "modernlik sonrası" denilen bir durumu anlatıyor. Etrafımızda olup bitene “sıdk ilen” bakarsak postmodernliğin hayatımızın her yerine nüfuz ettiğini görebiliriz. İzninizle kendi mesleğim olan tıp üzerinden bu durumun bazı emarelerini size aktarayım.

***

Modern tıp 1700'lü yıllarda doğmaya başladı. 1800'lü yılların başından itibaren doktorlar normal kişilerin göremediği belirtileri ve bulguları tespit etme ayrıcalığını elde ettiler. Bu ayrıcalık “otopsi” ile birleşmesince bugünkü anlamda tıp ortaya çıktı.

Ülkemizde otopsi artık neredeyse sadece adli tabiplerce uygulanan bir işlem durumunda. Halbuki otopsi esas olarak patologların, yani hastalıkların mekanizmalarını ortaya çıkaran uzmanların, işidir. Otopsi, hastalıkların nedeninin insan bedeninde bulunabileceğini ortaya koyan bir işlem olarak modernizmin, “bir gerçek vardır ve uygun yöntemler kullanılarak bu gerçeğe ulaşılabilir” inancıyla tam bir uyum içindedir.

Modern tıp on dokuzuncu yüzyılda güçlenmeyi sürdürdü. Yirminci yüzyılın başına gelindiğinde bu güç zirveye ulaşarak, modern tıbbı bir "dogma" haline getirdi. Ancak, zirveler aynı zamanda inişin de başlangıcıdır. Modern tıp da yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde gözle görünür biçimde inişe geçmeye başladı.

Etkisiz miydi de başladı bu iniş? Kimse modern tıbbın etkisiz olduğunu söyleyemez, ama etkili olması inişin önüne geçmeye yetmedi, çünkü zemin kayganlaştı, yani toplum eski inançları sorgulamaya, yeni inançlar edinmeye başladı.

 

Modernizmin inançları nelerdi? En temel olanı, biraz önce söz ettiğimiz " bir gerçek vardır ve uygun yöntemler kullanılarak bu gerçeğe ulaşılabilir" inancı! Bu inanç hastalıkların oluşmasını açıklamak için “biyomedikal model”i (BMM) kullanıyordu.

BMM bedeni "akıl-ruh-zihin"den ayıran ikici, mekanikçi ve indirgemeci bir yaklaşımdı. Sağlığı ve hastalıkları fiziksel ve kimyasal olaylarla açıklıyor, fizik ve kimyanın diliyle anlatıyordu. Oysa insan fizik ve kimyanın çok ötesinde bir şeydir. Nuri Pakdil'in 30 yıl kadar önce Edebiyat dergisinde okuduğum ve hiç unutamadığım cümleleriyle "İnsan böcek değildir. İnsan, biraz da, bir eklentidir sonsuza."

Modernizmin inişe geçtiği, postmodern dönemde BMM'den "biyokültürel model"e (BKM) geçiş başladı; modernistlerin direnişlerine rağmen hala da sürüyor. İlginçtir, bu direnenler genellikle ülkemiz gibi "gelişmekte olan ülkeler"in "sözde"aydınları arasından çıkıyor.

Konuya gelecek yazımızda devam etmek ümidiyle...

  

***

Bu dünya yapıp ettiklerimizin yankılanıp bize döneceği bir dağdır. (Mevlana)