İstiklâl şairimiz Mehmet Akif Ersoy; hayatı boyunca verdiği, İslâm ve Vatan ülküsü mücadelesinden bir an geri durmamış, şüheda yurdu olan ülkemizin dört koldan işgal edilmiş olduğu bir dönemde sadece şiirleri ile değil camilerde, evlerde, salonlarda ve meydanlarda yaptığı heyecanlı konuşmaları, çeşitli gazete ve mecmualarda yazdığı etkili makaleleri ile milletimizi kurtuluş savaşına hazırlamış ve durup dinlenmeden halkı büyük bir şahlanışa davet etmiştir. Mehmet Akif, edebî kişiliğinin yanında gerçek bir İslâm âlimi ve ahlâk-i hamîde sahibi fedâkâr bir mü’mindir. Akif, o dönemde verilen hürriyet mücadelesinin sembolleşen ismidir.

Mehmet Akif; hayatı boyunca verdiği mücadelenin yanında, ebedi âleme irtihalinden sonra da hâlâ hizmetlerine ve milletimizi heyecana sürüklemeye devam etmektedir. Kendisinden sonraki nesillere bıraktığı başta İstiklâl Marşı, Çanakkale Destanı ve Bülbül olmak üzere Safahat’ında topladığı emsalsiz şiirleri ile gaflete düşmüş insanımızı uyandırma, yeniden coşku ve heyecan kazandırma ve milletimizi yüceltme faaliyetini sürdürmektedir.

Akif, yaptığı güzel faaliyetleri ve Milletine hediye ettiği eserleriyle tarihe mâl olmuş büyük bir şahsiyettir. Akif, o zor dönemlerin yılmaz mücahididir. O sadece zamanının değil, şu anda da milli ve mânevi duygularımızı coşturmaya devam eden, yazdığı şiirlerinin her mısraı buram buram din ve vatan sevgisi kokan dev bir iman şairidir. O, iman ve irfanla dolu, din ve vatan sevgisini her şeyin üstünde tutan bir nesil yetişmesi için gayret gösteren büyük bir hatiptir.

Akif, kaya gibi sağlam imanı, vefası, sadâkatı, yılmayan ve sarsılmayan azmi, sabrı ve sebatı ile yeni nesillerimize heyecan ve canlılık vermeye devam eden örnek bir şahsiyettir. Akif’in çileli geçen 63 yıllık hayatı, bugünkü nesle olduğu kadar gelecek nesillerimize de örnek teşkil edecek nice fazilet timsali davranışlar ile doludur.

Akif, İstiklâl Marşı ödülünü reddetmişti ama, her mısraı buram buram özgürlük ve vatan sevgisi kokan, Çanakkale şiiri 106 yıldır, İstiklâl Marşı da 100 yıldır büyük bir aşkla, sevdayla, heyecanla okunmaya devam edilmektedir.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim: bendimi çiğner aşarım

Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.

Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var,

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,

“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…

Kim bilir, belki yarın… belki yarından da yakın.

Rûhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli;

Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli,

Bu ezanlar- ki şehâdetleri dînin temeli-

Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!

mısraları ile, haykıran ve kükreyen gür sesiyle yurdu bir baştan bir başa büyük bir heyecana sürükleyen İstiklâl Marşı’mız, TBMM nde alkışlar ve gözyaşları içerisinde defalarca okunarak ayakta dinlendi ve 12 mart 1921 tarihli oturumda Milli Marş olarak kabul edildi.

İstiklâl ve Vatan şairimiz merhum Mehmet Akif Ersoy’un hasta yatağında söylediği şu söz; özgürlük ve bağımsızlığımızın sembolü İstiklâl Marşımızı anlamaya daha fazla yardımcı olacaktır sanırım. “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın.”

12 Mart ile 18 Mart adeta iç içe girmiş, İstiklâl Marşımızın kabulü ile Çanakkale Zaferi bütünleşmiştir. 12 Mart İstiklâl Marşımızın, 18 Mart da Çanakkale Zaferinin yıldönümleridir. Bu nedenle iki önemli olay aynı anda anılmakta ve kutlanmaktadır.

Çanakkale Destanının 106. yıldönümünü kutluyoruz. Bir destan yazıldı Çanakkale’de… Bir İman gürledi coştu, bir inanç patlaması yaşandı Çanakkale’de… Kuru kuruya kazanılan bir zafer değildi bu… Bitti denilen bir ruhun yeniden coşması, yeniden ayağa kalkması, yeniden dirilişiydi. Kurtuluşun müjdesi, bitmek üzere olan ümitlerin yeniden yeşermesiydi Çanakkale destanı…

Çanakkale ruhunu ve Çanakkale şuurunu yaşatmamız lâzım. Yeni nesillerimizi bu iman ve bu inanç şuuru ile yetiştirmemiz lâzım. Çanakkale ruhunun bize bıraktığı emaneti yaşatmamız lâzım. O kutsal emaneti evlatlarımıza aktarmamız lâzım. Çanakkale destanını diri tutmamız, o inanca sıkı sıkıya bağlanmamız lâzım.

Unutmak mümkün mü Çanakkale’yi? Aradan 106 yıl geçse de...Bir değil, bin değil binlerce destan yazıldı Çanakkale’de… Bir avuç îmân âbidesi kahraman insanın, “kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ” olan ,“eski dünya, yeni dünya bütün akvâm-ı beşer” e karşı 15 ay boyunca denizde ve karada verdiği amansız mücadelenin ve insanı nice ibretlere, nice hayretlere ve dehşetlere düşüren, unutulmaz savaş sahnelerinin yaşandığı yerdir Çanakkale… Tabii ki, “bu topraklar için toprağa düşmüş” olan 250 bin vatan evladını unutmak mümkün değildir.

Mehmet Akif, Çanakkale Savaşının başlangıcında görevli olarak Berlin’dedir. Buradaki görevi Almanlara karşı savaşırken esir düşen İngiliz, Fransız ve Rus uyruğuna mensup askerlerin kamplarını ziyaret edip buradaki Müslüman esir askerlere içinde bulundukları savaşın gerçek yüzünü anlatmaktır. Onlara savaştan sonra bağımsızlıkları için mücadele etmelerini öğütleyen aydınlatıcı konuşmalar yapar.

Savaşın sonuna doğru da yine görevli olarak Arabistan’da Necid çöllerindedir. Her iki görevinin hemen hemen bütün ayrıntılarını Berlin Hatıralarında anlatan şairimiz, bu şiirini, kendisiyle birlikte Berlin’de görevli bulunan Binbaşı Ömer Lütfi Bey’e ithaf eder.

Ömer Lütfi Bey, daha sonraları, Eşref Edib’e anlattığı hatıralarında, Çanakkale savaşlarının ilk günlerinde Akif’le sık sık beraber olduklarını ve her karşılaşmalarında Akif’in ümit, korku, heyecan ve endişenin birbirine karıştığı duygular içinde şu soruyu sorduğunu söyler: “Ömer Bey, bu Çanakkale ne olacak?” Ömer Bey’in, hemen her defasında cevabı şu olur: “Allah bilir ama, vaziyet tehlikelidir. Askerlik nokta-i nazarından düşünülürse ümit yok. Ancak fen kaidelerinin hâricinde, fevkalbeşer bir şey olmalı ki dayanabilsin.” Ömer Lütfi Bey, Akif’le ilgili hatıralarına şöyle devam eder: “Ben böyle dedikçe (Eyvah son istinatgahımız da yıkılırsa ne olur?) diyerek gözlerinden yaşlar dökmeye başlardı. Çanakkale için ağlamadığı gün yoktu.”

Çanakkale savaşının bütün şiddetiyle cereyan ettiği son günlerinde de Mehmet Akif, Osmanlının Hicaz vilayetinde, Medine yollarındadır. Eşref Sencer Kuşçubaşı başkanlığındaki bir grupla birlikte, İngilizlerin Hicaz’da Osmanlı Devleti aleyhine çevirdikleri entrikalarını boşa çıkarmak gayesiyle görevli olarak mukaddes topraklara gönderilmiştir.

Fakat akılları fikirleri Çanakkale’de devam etmekte olan savaştadır. Eşref Sencer Kuşçubaşı, savaşın zaferle neticeleneceği 18 Mart’a yakın günleri şöyle anlatır:

“Anadolu – Bağdat demiryolunun Hicaz’a ayrılmış son istasyonu olan El-Muazzam’a gelmiştik. Çok değer verdiğim ünlü şairimiz Akif’le bir gece sohbet ediyorduk. Bana; “Eşref, dün gece sabaha kadar Rabbime ne için yalvardım biliyor musun? Çanakkale’de zaferi görmeden canımı alma, zaferi göreyim beni öyle huzuruna davet et Allah’ım! diye yalvardım… Adalet-i ilahiye var, hak var, kahramanlığın bedeli var! Allah İstanbul’un yolunu bu sömürgeci gürûha açmayacaktır Eşref! Benim kahraman Mehmetçiklerim bu insaniyet ve İslamiyet düşmanlarına şehâmet dersi verecektir.”

1915 yılının 18 Mart gecesi Harbiye Nâzırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa, Eşref Bey’e Çanakkale zaferinin müjdesini verir. Eşref Beyde bu haberi ilk defa Akif’le paylaşır ve "duaların kabul oldu üstad" der. Akif, haberi alır almaz gözyaşları içinde secdeye kapanır, uzun süre kumların üzerinde secdede hareketsiz bir vaziyette kalır. Eşref Bey korkuya kapılır, yavaşça Akif’in yanına gider, bakar ki nefes alıp veriyor, hiç dokunmadan geri çekilir.

Eşref Sencer, anlatmaya devam eder: “Sonra kalktı. Ağlamaklıdır… Birbirimize sarıldık… Akif’in hayatının en mesut, en bahtiyar anı… Anlatılması çok zor… Ay, bedir halindedir. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında, Mehmet Akif, hiçbir başka ışığa ihtiyaç bırakmayan, parlak çöl gecesinde sabahladı… İstasyon kulübesinin arkasındaki hurmalığın içine çekildi… İşte o Çanakkale’ye lâyık olan destan, o gece Akif tarafından, hıçkırıklar içinde, ay ışığı altında, Medine’de el-Muazzam istasyonunda yazıldı. Ravza-yı Mutahhara’ya yakın bir noktada, sabaha kadar süren ilham saatleri sonunda… Mehmed Akif, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasip olan o rahatlığı ile yüzüme derin derin baktı: ‘Artık ölebilirim Eşref… Gözüm artık açık gitmez!’ dedi.”

Akif, Çanakkale Destanı’nı, Çanakkale savaşının cereyan ettiği bölgeden binlerce kilometre uzakta, çöl ortasındaki bir vahada, Allah’tan gelen özel bir ilhamla, sabahlara kadar döktüğü gözyaşları eşliğinde yazmıştır. Tarihi zaferimizin muhteşem destanı işte böyle ortaya çıkmıştır.

Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Çanakkale şuurunu ve ruhunu canlı tutmak adına şöyle sesleniyor.

Şu Boğaz harbi nedir? Varmı ki dünyada eşi?

En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi.

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "Bu bir Avrupalı!"
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi... Mahşer mi, hakikat mahşer.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,

Atılan her lâğamın yaktığı, yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müthiş tipidir: savrulur enkaaz-ı beşer…

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,

Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek

İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.

Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar...

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor;

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Çanakkale’de 106 yıl önce bu manzara yaşanmıştır. Böyle bir manzaranın ardından toprağa düşen her yaştan tam 250 bin şehit… Fotoğraflarda görülüyor. Topluca dua ediyor Mehmetçik… Biraz sonra öleceğini, vatan için şehit olacağını düşünerek… En ufak bir tereddüt duymuyorlar, koşarak, sevinerek gidiyorlar ölüme… Aynen Bedr’in aslanları gibi… Önde gidenler şehit olup düşüyorlar toprağa… Hemen arkalarından gelenler en ufak bir tereddüt duymadan koşuyorlar ölüme…

Selam size, hürmet size, rahmet size ey şehitler ordusu… Sizden, sizin ruhaniyetinizden binlerce kez özür diliyoruz. Sizin yaşadığınız gibi yaşayamadığımız, sizlere lâyık olamadığımız ve sizin imanınızı, sizin inancınızı, sizin emanetinizi, sizin samimiyetinizi, sizin vefa duygunuzu ve sizin uğruna canlarınızı verdiğiniz o yüce ruhu yeni nesillerimize yeterince aktaramadığımız için…

Siz şu övgüye fazlası ile lâyıksınız:

“Bu taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına;

Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namiyle,

Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmiyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,

Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…

Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… heyhât,

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

Sağlıklı ve mutlu yarınlar efendim.