İlerlemiş yaşımla, yaklaşık altmış yıldır siyaseti ve buna bağlı gelişmeleri takip etmişimdir.1950’den 1960’a kadar olan Demokrat Parti hükümetini 27 Mayıs 1960 darbesinden kısmen hatırlıyorum. Zaten o meşum hadise sonrası ülkede taşlar bir türlü yerine oturmadı. Darbeden sonra Ragıp Gümüşpala başkanlığında kurulan Adalet Partisi de 1971 muhtırası ile sarsıldı; 1970’lerde insanlar sağ sol diye ayrıştırıldı. Öylesine gruplaşmalar oldu ki evlerde bile baba ile oğul, ana ile kız particilikten birbirlerine hasım düştü. Darbeler ve muhtıralar alışkanlık haline gelmişti… 12 Eylül 1980’de de darbeci ordu idaresi ülkeyi kasıp kavurdu. Astığı astık, kestiği kestik idamlar, hapishanelerde hücre zulümleri aldı başını gitti. Ülkemizin huzursuzluğu yabacı ülkeleri de pek memnun ediyordu.

O badirelerde 70 sente muhtaç düşen Türkiye 1983’de yeniden siyasi hayata geçişten sonra Merhum Turgut Özal’ın Başbakan olduğu Anavatan Partisi en azından bozulan ekonominin yanı sıra diğer bazı sorunları da kısmen düzeltti. Fakat Özal’ın Cumhurbaşkanı olmasından sonra ülkemizde yine siyasi karışıklıklar zuhur etmeye başladı. Merhum Özal istikrarlı idaresiyle vaziyeti kontrol altına tutmayı başarmıştı fakat onun vefatından sonra Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı olmasından sonra askeri vesayet devlet yönetiminde adeta birinci kuvvet durumuna geliverdi. Asker her işe karışırken Demirel buna ses çıkaramıyordu. Siyaset kurumunu büsbütün pasifize etmeye yeltenen ordu içindeki bir grup üst düzey subay “İrtica terörden daha tehlikelidir” diyecek kadar gözünü karartmıştı.

Böylesine karanlık bir devrin ardından Recep Tayyip Erdoğan’ın kurduğu Adalet ve Kalkınma partisi (AK Parti) 2002 genel ve 2004 yerel seçimleriyle ülke idaresine hâkim olmuşu. Fakat ne dış mihraklar ve uzantıları olan gerek askeri gerekse sivil unsurları devreye sokup baskılarını artırdı. Gayri kanuni senaryolar peş peşe uygulandı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde AK Parti’nin adayını seçtirmemek içim 367 oyununu tertiplediler; Yargıtay’lar, Sayıştay’lar devreye koyuldu. Ülkenin iktidar partisine kapatma davası bile açıldı. 1990’lı yıllarda Necmettin Erbakan hükümetini yıpratmak için Fadime Şahin baskını ve sahte şeyh Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz senaryolarını üretenler benzer oyunları yine sahnelemek isteseler de Sayın Erdoğan’ın cesur ve akılcı hamleleri, dik duruşu ve kararlılığı ile bertaraf edildi. Taşlar yerine oturuyor, işler rayına giriyordu.

Genç nesil bilmez ama biz 2000’li yılların başlarına kadar devletin hastanelerinde bırakın tahlil yaptırıp film çektirmeyi, muayene olamazdık. Şimdiki gibi doktorun yazdığı ilacı her eczaneden değil, hastanenin bodrum katındaki servisten alırdık ki, ya ilaç bulunmaz ya da kalabalıktan bitap düşerdik. AK Parti hastanelerde çekilen bu cefayı sona erdirdi. Bakmayın bugün esip gürleyen muhalefete; başka alanlarda da ülke refahın zirvesine ulaştı. Meyve veren ağaç taşlanır derler ya, işte o hesap… Terörün belini kıran, milli ağır sanayi hamlesi başlatan, tanktan helikoptere, insansız silahlı hava araçlarından savaş gemisine kadar onca teknoloji üreten, yapılamaz denilenleri yapıp ülkemizin ufkunu açan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti yine birçok entrika ile yıpratılmaya çalışılıyor.

Hadi 25-30 yaş altındaki gençler o dönemleri yaşamadıkları için algılamakta zorlanıyorlar diyelim. Fakat o günleri yaşamış, hastanede ölüsü rehin kalmış olan nesil nasıl unutur?

Hadi genç nesil eskiyi görmediğinden bütün yolları şimdiki gibi çift şeritli duble zannedebilir diyelim. Fakat orta yaş üzeri insanlar yan yana iki arabanın geçemediği şehirlerarası yolları unutabilir mi? İsli kara trenlerin yerini alan modern hızlı trenlere kimi insanlar neden hınç ve kin duyar?

Fetö’nün Hain darbe girişiminin önlenmesi, 40 yıldır ülkemize trilyonlarca liraya mal olan, çoluk çocuk demeden binlerce insanımızı katleden terörün kökünü kuruma noktasına getirilmesi ve ülkemize karşı dış devletlerin haince saldırılarına karşı uluslararası ve milli haklarından taviz vermeden korkusuzca mücadele edilmesi takdire şayan değil midir?

Dünyanın gıptayla takip ettiği ve uluslararası basından da görülen askeri savunma gücümüze katılan yerli üretim tanklar, İHA’lar, SİHA’lar, çeşit çeşit füzeler ve sair envanterleri, bazı vatansızların bırakın beğenmeyi, mucidine sıkılmadan dil uzatması neyle izah edilebilir?

Son bir yıldır dünyayı kasıp kavuran, en zengin ülkelerin dahi ekonomisini sarsan salgın hastalık ile mücadelede sayılı ülkeler arasında olan ülkemizi; güya siyaset yaptığını iddia edip küçümseyenlere ne demeli? Konuşulan kimi lâflara bakınca “İnsan nasıl bu kadar kör, nasıl bu kadar vatanına düşman olur?” diye sormadan edemiyoruz!

Hele şu son günlerde siyaset öyle bir hal aldı ki, tasviri bile insanın gücüne gidiyor. Gazi Mecliste “Siyaset yapıyoruz numarasıyla” ülkenin tabanına dinamit koyanları görmek ne acı!

Terör örgütünü alenen destekleyip bir de üstüne, “Milletvekili sıfatıyla” maaş alanların gencecik vatan evlatlarını kandırıp yahut tehdit ederek dağdaki eşkıyalara teslim ettiği ifşa olmuşken “politika, siyaset, demokrasi insan hakları teraneleriyle” bunları müdafaa etmeye yeltenmek de ihanet değil midir?

Her platformda sırtını PKK’ya yasladığını ve eylemlerinin hak olduğunu söyleyen insanların yönettiği HADEP’e kapatılma davası açılması malum ittifakın diğer unsurlarını neden rahatsız ediyor acaba?

Bir de şu iğrenç İstanbul Sözleşmesi hadisesi var… Televizyonda rast geldim; bir parti lideri sözleşmeyi savunurken adeta ateş püskürüyordu. Birçok yuvanın dağılıp yıkılmasına sebep olan batı dayatması sözleşme güya kadına şiddeti önlüyormuş. Okusalar anlayacaklar sözleşmenin nasıl şiddet yanlısı olduğunu da; neyse…

Şu Korona illetine karşı dünyada pek çok ülkeden daha isabetli mücadeleler veren ve geliştirilen aşıları en hızlı şekilde tedarik edip vatandaşına sunan hükümetin gayretini gölgelemek için “Vatandaş aşı diyor, onlar göğe bakıp bekle diyorlar” safsatasını gerçekmiş gibi anlatmak siyaset olabilir mi?

Halbuki, ülkemizde sağlık kuruluşuna gelemeyecek durumda olanın aşısı ister köyde, yaylada ve hatta mezra da olsun; vatandaşın evine götürülüyor. Elin gâvuru haberlerinde “Türkler dağları aşıp aşıyı vatandaşının ayağına götürüyor” diye haber yazarken bizim kadir kıymet bilmeyenlerimiz bu başarıyı “”Nasıl gölgeleyeceğinin, hatta nasıl kötüleyeceğinin” derdine düşmüş.

Daha yazacak, anlatılacak çok şeyler var. Bilhassa günümüz gençliğinin Türkiye’nin hangi imkânsızlıklar ve yokluklardan geçerek bugünkü hayat standartlarına gelindiğini anlaması için gayret göstermek gerekiyor.

Selam ve dua ile