Doğduğum coğrafya çok çetin şartlara haiz bir coğrafyaydı.  1960’lı yıllarda çocukluk yıllarımı yaşadım o coğrafyada. Okuldan, kalemden, defterden, kitaptan habersiz bir ortama doğmuştum. Daha hayatımın başında çok ağır yükler yükleniyordu omuzlarıma... Benimle birlikte ve benden daha önceki yıllarda doğan çocukların hepsinin kaderleri ortaktı aslında. Tarla işlerinden tutun, çobanlığa, hamallığa, ameleliğe kadar her türlü işin yükü üzerimizdeydi. Ben şahsen o yıllarda hep o yükün altından kurtulma hayalleri kurardım.

Dünya ile iletişimi sağlayan sadece radyolar vardı o tarihlerde. Radyolardan “ajanslar” okunmaya başladığında büyüklerimiz herkesi susturur ve konuşmacının, günümüz İngilizce tabiriyle spikerin (speaker ) konuşmasını pür dikkat dinlerlerdi. O zamanlarda spikerin radyodan konuşması kadar zıddımıza giden bir şey olamazdı. Çünkü o konuşmaya başladığında bizler susturuluyorduk büyüklerimiz tarafından. BU nedenle de spikerlere kızıyorduk tabi... Bizler radyolarda daha ziyade türküleri dinlemeyi tercih eder idik.

Zamanla, meğerse o konuşmalar; bütün dünyayı bilgilendiren, etkileyen, peşinden sürükleyen hadiselermiş de biz bilmez imişiz. Daha sonraki yıllarda konuyu öğrenmeye ve ne kadar da önemli şeyler olduğunu kavramaya, algılamaya başladım herkes gibi.

Yaş ilerledikçe ben de ajanslara ilgi duymaya ve konuşmacıdan etkilenmeye başladım.

1965 yılında köyümüzde ilkokul açıldığında o tarihten önce doğanlar içinde diplomalı bir tek kişi dahi yoktu köyde. Ama okuma yazmayı askerde iken öğrenenler vardı. Birkaç kişiyi geçmeyen okuma yazma bilenler asker mektuplarını onlar yazar, askerden gelen mektupları da yine onlar okurlardı. Dedim ya bunu yapabilenlerin sayısı bir elin parmak sayısını geçmezdi.

Ben de o köyün ilk öğrencileri olarak şanslı çocuklardandım ve yaşımın müsait olduğu anda okula başlayanlardandım. O tarihlerde “okuyup ne olmak istersin?”  diye sorulduğunda önce “öğretmen olmak istiyorum ama eğer olabilirsem de spiker olmak isterim” dediğimi hatırlıyorum.

Gerçi spiker olamadık ama 2008 yılında bir yerel gazetede köşe yazıları yazmaya başlayarak ‘köşe yazarı’ olabilmiştim.

O yıl “Yoklar Köylü Salih” diye bir hikâye denemem olmuştu. Aslında bu hikâyede kendimi anlatıyordum. Yani ‘Salih’ bendim. O hikâyeyi bir gazetede yayınlamak istemiştim.

O zaman sürekli takip ettiğim ve yazıları oldukça ilgimi çeken ve Konya kültürüne çok önemli katkılar sunan Ağabeyim İsmail Detseli’ye o hikâyeyi göndermiştim. Kendisi de benim doğduğum coğrafyanın içinde doğan birisi olduğu için yazıları, sanki benim hayatımı anlatıyordu. Bu nedenle yazımı kendisine gönderme ihtiyacı hissetmiştim. Kendisi beni tanımıyordu ama ben onu yazılarından tanıyordum.

İsmail Abim hikâyemi okumuş ve verdiğim telefondan beni aradı. “Çok beğendiğini ve kendisinin de yazılar yazmakta olduğu Seydişehirhaber Sitesine Fahri Kubilay Bey’e göndermemi” söyledi. Ben de o hikâyeyi Fahri Bey’e gönderdim. Ertesi gün hikâyem o sitede yayınlanınca yaşadığım mutluluğu burada kelimelerle ifade edebilmem mümkün değil. O yıldan beri orada yazılarımı yazmaya devam ediyorum.

Daha sonraki yıllarda ulusal bir haber sitesinde iki yıl kadar yazılarım yayınlandı. Öyle ki yazılarım haber sitesinin büyüklüğünden olsa gerek günlük olarak on binlerce kişi tarafından görüntüleniyordu. Ne yalan söyleyeyim neredeyse “Spiker olamadım ama sanki yazar oldum” böbürlenmesi yaşamaya başladım kendi içimde... 

Haziran 2018 ayında, doğduğum köye doğru, meşe ormanlarıyla çevrili köy yolundan ilerlerken yol kenarında bir kıl çadır yani Yörük çadırı gördüm. Aracımı durdurup eşimle birlikte çadıra doğru yöneldim. Otuzlu yaşlarda birisi karşıladı bizi. İsminin Ömer olduğunu öğrendiğim çadırın sahibi, meğerse çocukluğumda sürülerini bizim dağlarda yayıltan, bizim dağları kiralayan Yörük Veli’nin oğluymuş. Veli Abi köye geldiğinde bizim evde misafir edilirdi. Bizleri devlerine bile bindirirdi. Laf lafı açarken Ömer, “babası Veli’nin vefat ettiğini” söyleyivermişti. Çok üzülmüştüm.

O üzüntü ile kaleme aldığım yazımı internet sayfamda yayınladım. O yazıyı okuyup beğenen meslekten abim olan Mustafa Azılıoğlu telefonla beni aradı. “Tayyar Kardeşim, ‘Yörük Veli Ölmüş’ başlıklı yazını okudum ve çok beğendim. Konya Yenigün Gazetesi Yazı İşleri Müdürünü aradım ve senin yazını söyledim. Okuyup bana döndüler ve senin yazılarını yayınlayabileceklerini söylediler” diyerek beni bilgilendirdi. “Yörük Veli Ölmüş” başlıklı yazım, Konya Yenigün’de yayınlanan ilk yazım olmuştu.

O tarihten bu yana, Konya Yenigün Gazetemizde haftalık olarak yazılarımı yayınlama fırsatı buluyorum. Tam tamına 153 yazım yayınlanmış bugüne kadar. Yani 153 haftadır okurlarım yazılarımı okuma fırsatı buluyorlar.

Yazılarım genel olarak; yaşamla ilgili hikâyeleri, şiirleri, anekdotları, yaşanmışlıklar, tolumu ilgilendiren eğitici-öğretici, toplum düzenine katkı sunabilecek unsurları içinde barındıran konuları kapsamaktadır.

Elimin kalem tuttuğu müddetçe yazmaya gayret edeceğim. Yazmayı da okumayı da çok seviyorum. Toplumun yaralarına kendimce merhem olabilecek küçücük zerreleri o yaraların üzerine sürebildiğimi düşünmek beni çok mutlu ediyor.

Konya Yenigün Gazetemizin yayın ilkeleri; seviyeli ve dürüst habercilik konusundaki hassasiyeti,  benim de şahsen oldukça hoşuma giden ve takdirle takip ettiğim ilkelerdir.

Bu vesileyle en başta; Konya Yenigün Gazetemizin İmtiyaz Sahibi Mustafa Arslan Bey’e, Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Abdullah Akif Solak Bey’e, Gazetemizin ‘Künye’sinde yazılı diğer görevlilere ve bu ortamda benim için ayrı bir yeri olan Gazetemizin genç Muhabiri Muhammed Esad Çağla Kardeşime, Gazetemizin bütün yazarları da dâhil olmak üzere,  sonsuz teşekkürlerimi sunarken, daha nice 15 yıllar bir ve beraberce başarılı yayınlara imza atmalarını temenni eder, aileleriyle birlikte hepsine sağlık, huzur ve mutluluklar  dilerim.