Bugün aynı dili konuşan insanlar olarak içine düştüğümüz çatışma hallerimizi yazımın konusunu seçtim.

Aynı dili konuşmamıza rağmen, ailemizde, arkadaş ortamlarımızda, çalıştığımız iş yerinde, kurumsal yapılarda(!), politikada , ticarette karşılaştığımız, doğru anlamlara ulaşamama, çatışmalar, birbirini kırmalar, bir türlü açılamayan iletişim kanalları, anlaşılmayan istekler, talimatlar, kırgınlıklar hepimizin günlük hayatında karşılaştığı olgular.

Sonunda;

Anlaşılmayan istekler, anlamayan insanlar, ifade edilemeyen duygu ve düşünceler. Her şeyden önemlisi çözerek, mutlu yaşanması gerek ilişkiler yerine kırgın dargın hatta düşmanlaşmış kinlere bürünmüş yaşamlar ile doldurduğumuz ömürler.

Elbette sadece yaşanmış geçmiş ömürler değil, hastalıklarla ruhlarımızı ve bedenlerimizi tahrip etmiş rahatsızlıkları da sonraki yaşamımıza eklediğimiz bir yaşam biçimi.

Başta hepimiz anlaşılmak isteriz anlamayı ihmal ederiz. Bazen anlaşılırız da anlaşıldığımızı fark etmeyiz. Çünkü sadece anlaşılmak istediğimiz yöntem, şekil ve biçimde olursa anlaşıldığımızı düşündüğümüz için anlayan kişiyi fark etmeyiz.

Yetiştiğimiz ortam, aile yapısı, kültür yapımız, alışkanlıklarımız ve bize yüklenen yaşam biçimi bizim bakış açımızı, anlamlandırma ve algılama biçimimizi oluşturur.

Bütün bunları iletişim çağının en gelişmiş zamanında hatta en kültürlü insanların arasında yapmamız da ayrı bir çelişki, sizce de tuhaf değil mi? Bir yerde yanlışlık yapmıyor muyuz?

Kontrolden çıkan tepkilerimiz, yıkıcı ve bozucu davranış biçimlerimizle nasıl daha güçlü iletişim kurabiliriz?

Böyle bir davranış biçimi ile eş, baba, anne, evlat, arkadaş, dost, yönetici, patron, siyasi lider olmak mümkün mü?

Sadece kendi isteklerinin kabul görmesi üzerine bir yaşam kuran insanlar, kendi yöntemlerini uygulamak için güçlenip makam mevki sahibi olmak isterlerse, herkesi kendi görüşüne hapsetmek isteyen bir zalim zorba durumuna düşmez mi?

Burada sözü Mevlana hazretlerinin hikâyesine bırakalım:

Adamın biri dört kişiye bir dirhem verdi. Adamlardan biri:

  • Bu parayla engûr alalım, dedi.

Diğeri Arap'tı:

- Hayır, dedi, ben inep isterim, engûr değil. Üçüncüsü Türk'tü:

  • Ne engûr, ne inep, bununla üzüm alalım, diye tutturdu.

Dördüncüleri Rum'du, o da itiraz etti:

  1. bu lafları, dedi, bununla istafil alalım.

Derken kavgaya başladılar. Birbirlerini yumrukluyor, tokatlıyor­lardı. Pek çok dil bilen alim birisi onları gördü:

- Durun, dedi, hepinizin de istediği olacak. Parayı aldı, onlara üzüm getirdi.

Hepsi memnun oldular. Aslında herkes kendi diline üzüm istiyordu.

Türk, Rum ve Arab'ın kavgasından engûr ve inep şüphelerinden başka bir şey çıkmaz.

Bu ikilik, manevi dilleri bilen bir Süleyman gelmedikçe kalkmaz.

Ne güzel anlatmış Mevlana hazretleri.

Bütün iletişimsizliklerin ortasında herkesi anlayan kişi Süleyman misali; herkesi anlayan çözen, yönlendiren, yöneten, ilkeleri koyan, bilen, uygulayan, gerçek liyakat sahibibir yöneticinin olduğu işletmeler, aile, devlet toplum nasıl güzel olurdu.

Veya ağzı kapalı içi boş şişeye su doldurmaya çalışan insanı, yöneticiyi, sorumluluk makamındaki kişiyi düşünün;

Su tamamen dışarı dökülüyor. Şişeyi yere çarpıyor. Sinirleniyor, etrafına çatıyor. Ama su bir türlü şişeye yine de dolmuyor.

Ne yapmalı?

Anlaşılmadan önce anlamaya çalışmak. Şişenin kapağının açık olduğundan ve içinin boş olduğundan emin olmak.

Kendi ifade dilimiz, bakış açımız, beklentimiz kadar karşı tarafın durumunu da doğru analiz etmek. Aynı kelimeler olmasa da aynı şeyi mi ifade etmeye çalışıyoruz.

Herkesi bizim köyün, ailenin, memleketin insanı olmayabilir. Alışkanlıklarımız değişiktir. Hatta karşı tarafı ya da bizi alışkanlıklarımızın kör ettiği biçimde ifade ediyor ya da algılıyoruzdur. Anlama sorumluluğu ilmi yüksek olanadır.

Dinlemek anlamanın büyük bir oranını teşkil eder. Dinleyen ve algılamaya çalışan insan karşısındakinin bir ansiklopedi dolusu ile izah edemediğini anlar ve bir cümle ile iletişimi tamamlar. İki taraf da memnun olur.

Tabii dinlerken karşı tarafın eksikliğini bulmak, galip gelmek için değil doğru iletişimi kurmak için.

Belki de en önemli sorun kendimizi en doğru yere koymaya çalışmamız. Acaba gerçekten biz doğruyu istiyor muyuz? Kaliteli sorular, doğru talepler kaliteli cevaplar ve sonuçlar doğurur. Kendimizi doğru pozisyona koysak çoğu sorunu çözebileceğiz.

Veya ortamı; sakin, doğru analiz edebilsek darboğazı doğuran gerçek sebepleri görebileceğiz.

Çoğu zaman iletişimsizlik ilkesizlikten kaynaklanır.

Birçok çatışma ilkeler üzerinden değil de kendi sahip olduğumuz kültürel birikimden kaynaklanır.

Çoğu zaman alışkanlıkların körleştirdiği düşünce yapılarımız bizim sahip olduğumuz kültüre rağmen bizi yanlış adımlar atmaya zorlar.

Bir de başkalarının dili, söylemi ile değil kendi muhakeme, akıl ve vicdan terazimizi yaşamın merkezine koymalıyız

İçinde bulunduğumuz her türlü iletişim ortamında en önemli yapmamız gereken belki de ilkeli iletişimi ortak dil yapmamız.

Sorunu çözerken kendimizi karşı tarafa dayatmadan önce esas probleme ve manasına odaklanmalıyız.

Önce kendimiz ilkelere sadık olmalıyız. Bu bizi, iletişimimizi ve yaptığımız işi kurumsallaştıracaktır.

Eğer ilkeleşebilirsek göreceğiz ki birçok sorun kendiliğinden çözülecek.

Sorun olarak gördüğümüz birçok sorunun duruşumuzdan, beklentimizden ve yanlış bakış açısından kaynaklandığını göreceğiz.

Boşa kavga ettiğimizi bu zahmeti boşa çektiğimizi fark edeceğiz.

Yeter ki asıl konuya, manaya odaklanalım. Hislerden arınmış akıl ve muhakememizin iş başında olduğu bir zihin ile davranalım.

O zaman ne üzer ne üzülürüz.