Yorucu bir nöbet günü olmuştu. “Öğlene kadar nöbet öğleden sonra ders yazmayın bana.” dese de idareye dinletememiş “Ahmet Hocam gençler yanaşmıyor aynı gün hem ders hem nöbete. Sen bari yapma! Bize yardımcı ol…” diye boynunu büken müdür yardımcısına hayır diyemeyince iş başa düşmüştü.

70’li yılların sonları olup tüm okullarda olduğu gibi Ticaret Lisesi’nde de öğrenciler arasında gerginlikler yaşanmaktaydı. Zaman zaman öğretmenlere de sıçrayan yumruklaşmaya varan kavgalar yaşanabiliyor, idare olayları önlemekte güçlük çekiyor ama okula polis çağırmamak için de sonuna kadar direniyorlardı. Hacı Ahmet Hoca’nın nöbeti olan günler adeta dinlenme günü olup ne koridorlarda ne bahçede hiçbir olumsuzluk yaşanmaz, okul idaresi de rahat bir nefes alır rutin bir eğitim günü geçirmenin rahatlığını yaşardı.

İşin ilginç tarafı ise Ticaret Lisesinde siyasal olarak iki sağ gruba mensup öğrenci grupları olup aralarında zaman zaman yaşanan sürtüşmeler hemen başında önlenemez ise uzun zamana yayılıyor kimi zaman ders yapılamaz hale geliyordu.

İşte yıllarını Konya orta öğretim kurumlarında gençlerin eğitimine vermiş Hacı Ahmet Hoca’nın farkı burada kendisini gösteriyordu. Kimi zaman mescitte vakit namazlarında kimi zaman Amber Reis Camisinde cuma namazlarında yan yana geldiği gençler ile okul bahçesinde voleybol oynayanların arasına katılarak onlardan birisi olmasını da biliyor bazen tatlı dille, dayak henüz cennetten çıkma olarak bilindiği için bazen sert tavırlar ile kavgaların önüne geçiyor, onun nöbet günleri asayiş berkemal oluyordu.

Sabah nöbetçi öğretmenlikten sonra öğleden sonra ilk derse girdiği sınıfta bir taraftan ders anlatmaya başlamış bir taraftan da özellikle gariban aile çocukları olarak bildiği birkaç öğrenciyi diğerlerine göre daha dikkat ederek göz ucuyla izliyordu. Öyle ya! Yakın köylerden gelip kerpiç evlerde arkadaşları ile kalarak liseyi okumaya çalışanlar daha çalışkan olmalıydı. Ana babaların türlü yokluklar ile imkân bulmaya çalışarak okuyup adam olmaları için Konya’ya gönderdiği öğrenciler mutlaka başarılı olmalıydı ki verilen emekler harcanan paralar boşa gitmesin. Öğrencileri bir birinden pek ayırmazdı ama özellikle köylerden gelenlere daha çok önem verirdi. Çünkü kendiside onlar gibi ilkokulu köyde okuduktan sonra Konya’ya gelmiş aynı evlerde kalarak belki de haftanın dört beş günü bulgur pilavına talim ederek orta liseye gidip üstüne öğretmen okulunu bitirerek ekmek sahibi olmuştu. Şehirde yaşayanlar hele biraz maddi durumu iyi olanlar diğerlerine göre daha şanslıydı belki de. Zira başaramasalar da geri dönmek gibi bir utancı yaşamayacaklar, şehirde olmaya devam edeceklerdi. Ama köy çocuklarının beceremeyip geri dönmesi demek adeta ölüm demekti. Okumak için birlikte şehre geldikleri amcaoğlu orta ikiden okulu terk edip köye dönmenin utancını üzüntüsünü yıllarca yaşamış halada yaşamaya devam ediyordu. Her köye gidişinde “Ülen amcaoğlu salmayacaktın beni geri sahap çıkacaktın bende senin gibi öğretmen olsam ne olurdu ?” der dururdu sigarasını tüttürürken. Ekip dikip hasat ettiklerinden dolayı onun imkânları belki çok daha iyiydi ama ah o geri dönmüş olmanın ezikliği var ya bir türlü geçmiyordu işte.

T cetvelinin giriş kısmını anlatmıştı ki birden arka sıralarda oturan saçlarını fevkalade süslü taramış erkek öğrenci gözüne takıldı. Jöleye verecek parası olmayacağını iyi bildiği için suyla ıslatmış diye aklından geçirdi ama fena öfkelenmişti. Bakalım saçını böyle süslü taramak için ne kadar vakit harcamıştı? Birde kış mevsiminin yavaş yavaş geliyor olması ile soğuyan havada böyle ıslak kafa ile dolaşarak hastalığa davetiye çıkartıyor olmasını da düşününce dehada sinirlenmişti. Ben bunu daha geçen ders tahtaya kaldırıp parpılamıştım diye düşündü. Sorduğu soruyu bilemeyince ilk yazılıdan zayıf aldıgınıda bildiği için “Oğlum babanın olmayan tarlalarına mı güveniyorsun, niye ders çalışmıyorsun? Ben çarıktan su içtim ben sığır güttüm sen köye geri dönsen bunları yapabilecek misin?” diye epey azarlamış tabi yanından ayırmadığı ve adını aslan terbiyecisi koyduğu küçük sopa ile biraz canını da yakmıştı.

Dersi bitirmiş öğrencilerine soru sorma zamanı gelmişti. Önce anlamayan var mı diye sordu kimseden ses çıkmayınca evet gel bakalım diye işaret ederek ıslak kafalı çocuğu tahtaya çağırdı ama daha bir önceki derste tahtaya kalktığından olsa gerek hiç oralı değildi delikanlı. Oğlum gelsene buraya diye daha yüksek sesle çağrısını tekrarlayınca sağına soluna bakınarak hocam ben mi diye cevap verince tabi sen dedi. İsteksiz bir şekilde nihayet karşısındaydı. Derste hangi konuyu işledik dedi yarım yamalak da olsa bir cevap aldı tatmin olmamıştı bir soru daha sormaya niyetlendi ama cevap alamadı işte şimdi dersini verme fırsatını yakalamıştı.

--- Oğlum senin saçlarını dana mı yaladı?

--- Yok hocam.

--- Ee nasıl böyle süsleyebildin?!

--- Lavaboda ıslattım hocam.

--- Tarağın var mı?

--- Arkadaşımdan aldım hocam.

--- Peki, oğlum lavabonun suyu ile ıslatıp arkadaşının tarağı ile kafanın dışını süslüyorsun da benim anlatıp senin kaleminle yazdıklarınla kafanın içini niye süslemiyorsun? Niye çalışmıyorsun daha geçen ders seni ikaz etmedim mi ben?!

Hacı Ahmet Hoca çok sinirlenmişti ama belli etmemeye çalışıyordu. İşaret parmağını avucunun içine doğru büküp öğrencisinin başına art arda dokundururken “Evladım kafanın dışını değil içini süslesen iyi olacak” dedi.

Hocanın çok sinirli olmadığından cesaretle öğrencilerden birisi lafa karışacak oldu.”Ama hocam babam diyor ki Yahudi sermayesinin yarısını reklama ayırırmış.”

“Baban doğru diyor ama sen babanın dediğini iyi anlamamışsın. Sermayen olacak ki reklam yapacaksın. Sermayen yok ise neyin reklamını nasıl yapacaksın a benim saf oğlum!”