Asıl adı Muhammed Celâleddin olduğu halde ‘Efendimiz’ mânâsına gelen ‘Mevlâna’ ismi ile tanınan ve bütünleşen Hz. Mevlâna, ayrıca ‘Anadolulu’ anlamına gelen ‘Rûmi’ lakabı ile de bilinir.

Afganistan’ın Belh şehrinde dünyaya gelen Hz. Mevlâna Celâleddi-i Rûmi, asil bir aileye mensuptur. Babası ‘Âlimlerin Sultanı’ olarak bilinen Muhammed Bahâeddin Veled, soy itibariyle Hz. Hüseyin’e yani Peygamber Efendimize dayanan bir Seyyid idi. Hz. Mevlâna daha çocuk yaşlarında iken babasının elinde yetişmeye başlamış, dini ve tasavvufi ilk bilgileri babasından almıştır. Baba Muhammed Bahâeddin Veled, oğlu Muhammed Celâleddin’in ilk mürşidi olmuş ve onu tasavvufun aşk deryasına daldırmıştır.

Bahâeddin Veled ailesini de alarak bir göç kervanıyla Belh’den ayrılmış ve Anadolu’ya göçmeye karar vermiştir. Kafilede biricik oğlu ve henüz 6 -7 yaşlarında olan Muhammed Celâleddin’de vardır. Bahâeddin Veled kervanıyla birlikte Nişabur’a vardığında, Şeyh Feridüddin Attar, kendisini ziyarete gelir. Muhammed Celâleddin ile de sohbet eden ve ondaki aşkı keşfederek kendisine ünlü ‘Esrarname’ eserini hediye eden Şeyh Feridüddin Attar, baba Bahâeddin Veled’e hitaben şöyle der: “Çok geçmeyecek, bu senin oğlun âlemin yüreği yanıklarının yüreklerine ateşler salacaktır.”

Bahâeddin Veled ve ailesi Hac dönüşü uğradıkları Şam’da Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabi hazretleri ile görüşürler. Görüşmeden sonra, Muhyiddin Arabi, Bahâeddin Veled’in arkasında yürüyen oğlu Muhammed Celâleddin’e bakarak; “Subhânallah, bir okyanus, bir denizin arkasında gidiyor” der.

Karaman’da 7 yıl konaklayan Bahâeddin Veled ve ailesi son durak olarak Konya’ya gelir ve yerleşirler. Muhammed Celâleddin Konya’da kısa zaman içinde Mevlâna ismiyle ün yaptı, bir okyanus ve bir aşk deryası olarak ismini cihana duyurdu.

Bir gün ders bitiminden sonra atının üstünde gitmekte olan Mevlâna Celâleddin’in atının dizginlerinden aniden birisi tutar ve sorar:

- Ey bilginler bilgini, söyle bana Muhammed mi büyüktür, yoksa Beyâzîd Bistâmî mi?"

Mevlânâ, yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş, sorduğu sorudan dolayı şaşırmıştı:

- Bu nasıl sorudur?" diye kükredi. "O ki Peygamberlerin sonuncusudur; O'nun yanında Beyâzîd Bistâmî'in sözü mü olur?" Bunun üzerine o kişi şöyle dedi:

- Neden Muhammed; "Kalbim paslanır da bu yüzden Rabbime günde yetmiş kez istiğfar ederim. Rabbim seni layık olduğun veçhile bilemedik" diyor da, Beyâzîd, "kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, cesedimin her zerresinde Allah'tan başka varlık yok' diyor. Buna ne dersin?" Bu soruya Mevlânâ şöyle cevap verdi :

- Hz. Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyor ve daha çok yakınlık istiyordu. O’nun kalbi kolay kolay dolmaz. Kalbinde doymak bilmez bir susuzluk hâsıl olmuştu. Oysa Beyâzîd ulaştığı ilk makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve o makamın sarhoşluğu ile kendinden geçti, içtiği bir yudum suyla susuzluğu dindi. Onun için böyle konuştu."

Bu yorum karşısında soruyu soran kişi "Allah, Allah" diye haykırarak Mevlâna’yı kucakladı. Aradığı deryayı bulmuştu. Soru soran kişi, Şemseddin Muhammed Tebrizi (Tebrizli Şems) ‘den başkası değildi. Bu buluşmanın olduğu yer Merac-el Bahreyn (iki denizin buluştuğu yer) diye adlandırıldı.

Hayatının dönüm noktası olan bu olaydan sonra, Mevlâna Celâleddin bütün dünyevi işlerden çekilmiş ve kendisini tamamen ilâhi aşkın sonsuzluğuna kaptırmıştı.Mevlana anlayışında her şeyin, her cismin ve yaratılan her nesnenin zâhiri görünümünden ayrı olarak bir de bâtıni yani gizli anlamı vardır ve Hz. Mevlâna her şeyi bu gizli anlamı ile görür. Mevlâna anlayışında ölüm bile farklıdır.

Hz. Mevlânâ’da ölüm; sevgiliye kavuşmak, bir başka deyişle düğün günü anlamına gelmektedir. Mevlânâ, “herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan” der. Böylece herkesin ayrılık olarak anladığı ölümü, Hz. Mevlânâ sevgiliye kavuşmak olarak nitelendirmiş ve öyle kabullenmiştir.

Mevlânâ anlayışında; her şeyi yoktan var eden ve tek yaratıcı güç olan Allah (cc), en büyük sevgili olarak kabul edildiği için, ölüm O’na kavuşulan gün olarak algılanmış ve ölüme Vuslat, ölüm gecesine de düğün gecesi anlamına gelen Şeb-i Arûs denmiştir.

Hz. Mevlânâ’nın ölüm anlayışını, ancak onun aşk anlayışı ile anlatmak mümkündür. Zira Mevlânâ anlayışında âşık, mâşûkuna ancak ölüm sayesinde kavuşabilir.

Bu nasıl aşk ve nasıl bir sevdadır ki, ağızların tadını bozan ve nice ocaklar söndüren ölümü, sevgiliye kavuşma olarak adlandırsın ve düğün gecesi olarak kabullensin. Bu anlayış ancak, sonsuz ve derin bir ilâhi aşk anlayışı ile mümkün olabilir. İşte Hz. Mevlânâ; yüz yıllardır bu derin aşkın ve sonsuz ilâhi sevdanın temsilcisi olmuş, bu aşkı Konya’dan tüm dünyaya duyurmuştur.

Bu aşk deryasının temsilcisi; “Aşk geldi, damarımda, derimde kan kesildi. Beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin her yanını sevgili kapladı. Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep O...” diyerek gönlündeki sonsuz ilâhi aşkı ve derin Hak sevdasını dile getiren Hz. Mevlânâ’dır.

Bu aşk denizine dalan; “Bu kapı umutsuzluk kapısı değil, aşk kapısıdır gel” diyerek tüm dünyaya kucak açan ve bütün insanlığı Hakk’ın aydınlık ve nurlu kapısına çağıran, herkesi Hak yola davet eden Hz. Mevlânâ’dır.

Bu ilâhi aşkı terennüm eden; “Başımı koyduğum her yerde secde ettiğim O’dur. Tek Mâbûd ancak Allah’tır. Bağ, gül, sema, sevgili… Hepsi bahane, maksat daima O’dur” diyerek tek amacının Allah’a kavuşmak olduğunu dile getiren Hz. Mevlânâ’dır.

Bu aşk bağının sembolü; “Aşka uçarsan kanadın yanar” diyen bir şaire cevap olarak, “Aşka uçmazsan kanat neye yarar” diyerek gerçek aşkın Allah’a ulaşmak olması gerektiğini haykıran gönüller Sultanı Hz. Mevlânâ’dır.

Bu sonsuz ve derin aşkın sahibi; “Bizim Peygamberimizin yolu aşk yoludur. Biz aşk çocuklarıyız, aşk bizim anamızdır. Aşksız olma ki ölü olmayasın. Aşkta öl ki diri kalasın” diyerek ilâhi aşka dalmanın sonsuz dirilik olduğunu, ölmemek için ilâhi sevda ateşine girmek gerektiğini vurgulayan Hz. Mevlânâ’dır.

Mâşûkluk âlemine dalan ve ilâhi aşkın sırlarına vâkıf olan; “Allah'dan başka bir temâşâsı bulunan aşk, aşk olamaz, saçma-sapan bir sevda olur" diyen ve Allah’ın nûrûnu görerek ilâhi aşkta kemâle eren yalnız ve ancak tek olan Allah’a aşkla bağlanılacağını ve O’ndan gayrisine bağlılığın saçmalık olduğunu dile getiren aşk bağının bülbülü Hz. Mevlânâ’dır.

İnsanların ruhunu ilâhi aşkla dirilten; “Allah için ağlayan göz ne mübarektir. O’nun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir” diyerek yüreklerin ve gönüllerin bağlanması gereken gerçek aşk yolunu gösteren ve ilâhi aşk mesajını tüm dünyaya duyurarak herkesi ölçülemeyecek derecede sonsuz rahmet yoluna çağıran Hz. Mevlânâ’dır.

Hz. Mevlâna, âlemlerin Rabbine şöyle nidâ eder: “Ölmek şeker gibi tatlı bir şey. Canı sen aldıktan sonra, seninle olunca candan da tatlıdır ölüm.”

Hz. Mevlâna, ziyaretçilerine de şöyle seslenir: “Ölümümden sonra mezarımı yerde aramayınız. Bizim mezarımız, âriflerin gönüllerindedir. Hak Teâlâ beni aşk şarabından yaratmıştır. Ölsem, çürüsem bile, ben yine o aşkım.”

Hz. Mevlânâ’nın ölüm anlayışını anlatan şu gazeli ne kadar da mânidardır:

“Öldüğüm gün tabutum götürülürken, bende bu dünya derdi var sanma.

Benim için ağlama, yazık vah vah deme. Şeytanın tuzağına düşersem işte o zaman eyvah demenin sırasıdır.

Cenazemi gördüğün zaman ayrılık, ayrılık deme. Benim buluşmam, kavuşmam işte o zamandır.

Beni kabre indirip toprağa verdikleri zaman sakın elvedâ, elvedâ deme. Zira mezar, Cennet topluluğunun perdesidir.

Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan gelir ki?

Sana batmak görünür, ama o doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür, ama o cânın kurtuluşudur.

Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? İnsan tohumu bitmeyecek diye şüpheleniyor musun?”

İşte, ancak böylesine derin ve sonsuz bir ilâhi aşk anlayışı; ölümü şeker gibi tatlı olarak görür ve en büyük sevgili olan Allah’a kavuşmak anlamına gelen Vuslat, ölüm gecesini de düğün gecesi anlamına gelen Şeb-i Arûs olarak algılayabilir ve kabullenebilir.

Hz. Mevlâna’nın Allah, Kur’an ve Peygamber aşkını ve bunlara bağlılığını şu sözlerinden anlamak mümkündür. O daldığı aşk deryasından şöyle haykırıyordu:

“Men bende-i Kur'anem eger can darem

Men hâk-i reh-i Muhammed muhtarem

Eger nakl kuned cüz in kes ez güftarem

Bizarem ez u vez an suhen bizarem”

“Ben yaşadıkça Kur'an'ın kölesiyim.

Ben, Hz. Muhammed Mustafa'nın yolunun tozuyum

Biri benden bundan başkasını naklederse

Ondan da şikâyetçiyim, o sözden de şikâyetçiyim”

748. Vuslat ve Şeb-i Arûs yıldönümü vesilesiyle, Hz. Mevlâna’nın; “Ruhum bedenimde oldukça ben seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım” dediği Efendimizin sancağı altında buluşmayı Yüce Allah’tan diliyorum. Sağlıklı ve mutlu yarınlar efendim.

MEVLÂNA

İnsanlığa ilham kaynağı oldun,

Canların içinde cansın Mevlâna,

Yerli yabancı her gönüle doldun,

Damarlarda asil kansın Mevlâna.

***

Bu koca cihana ışıklar saçtın,

“Gel” dedin herkese gönlünü açtın,

İlim, irfanınla başlara taçtın,

Yürekler, aşkına yansın Mevlâna.

***

Eserlerin bize verir hayranlık,

Aşkınla dönüştü nura karanlık,

Eşiğine yüz süren tüm insanlık

Dergâhından içip kansın Mevlâna.

***

Ölümünü vuslat olarak bildik,

Yolundan gidince biz de sevildik,

Davetine uyup huzura geldik,

Vahdetin sembolü sensin Mevlâna.

***

Çağırır her bâtıl yolda gideni,

Gönül bahçesinde yatır bedeni,

İzin ver müsade buyur da Seni,

İnsanlık her zaman ansın Mevlâna.

***

Eserlerin bugün vücutta baştır,

Mesnevin, divanın ruhlara aştır,

Vuslatın gözlerde dinmeyen yaştır,

Kalplerde manevi hansın Mevlâna.

SALİH SEDAT ERSÖZ