Seher vakti bülbül öter bahçe de,

Değişik bir söylem olur lehçe de,

Bahar günü bülbül gülü sevse de,

Bir gün dikeninden muzdarip olur.

(Gönülden dile Dilden kaleme adlı şiir kitabımın kapak yazısı.)

İnsanoğlu doğumundan itibaren yöresel olarak ana baba ve yöresinin insanından aldığı dil, isim, yaşam ve kültür eğitimini ömür boyu aklından, yaşamından asla silip atamıyor.

Ülkemiz mozaik gibi envai çeşit insanlık kültürüne sahiptir. Onun için ilden ile köyden köye birbirinden çok farklı lehçeler vardır. Karadeniz’de ayrı bir lehçe, Doğu Anadolu’da farklı bir lehçe ile karşılaşırız. Güneydoğu’da başka bir dil dokusu vardır, Marmara’da, Ege’de ve Trakya’da daha başka lisan duyarsınız. Orta Anadolu’nun da kendine has konuşma lehçesi olduğunu unutamayız.

Allaha çok şükür ki şu ahir ömrümüzde ülkemizin pek çok şehrini ve gezip görme, tanıma imkânım oldu. Meraklı bir insan İzmir, İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde uzun süre kalmakla zaten ülkemizin lehçe zenginliğine vakıf olmakla birlikte mesela gıdalara verilen yöresel isimleri de bendeniz gibi pekâlâ öğrenebiliyor…. Ben de bizzat yaşayarak öğrendim. Atalarımdan ve köylülerimden çocuk yaşta öğrendiğim dil ve konuşma aksanından hiç rahatsız olmadım.

Önce kendi yöremiz olan iç Anadolu’dan ve kendi köyüm Kilistra’dan örnek verelim. Yazımızın girişindeki dörtlük bülbülün gül dikeninden muzdarip olduğunu anlatan bana ait bir anlatımdır.

Köyümüzde benim çocukluk dönemim olan 1950’li yıllarda kıtlık, yokluk, kol gezerdi. Ekmek-dikmek, kara saban ile ya da insan gücü olan; bel, kazma, kürek ile toprağı işleyerek yetiştirilen ekin ve sebzeleri ilkel metotlarla yani merkep, at, katır gibi hayvanların sırtında evlere taşırdık ki bunlar zor işlerdi. Çünkü günümüzdeki teknolojik kolaylıklar, traktör, biçerdöver hatta patoz gibi imkânlar hayal bile edilemezdi.

Ekin ekmek de, harman işlemek de ayrı bir güç isterdi. Yazlık ve kışlık yiyecek olarak salatalık, domates, fasulye, soğan, patates gibi sebzelerin yetiştiği ekim alanına bostan; karpuz ve kavun tarlalarına da kır bostanı derdik. Zaten köyümüzde kavun, karpuz ekmeyi 1955’li yıllardan sonra öğrenmişti.

Tarlamızın bu mahsulü de vereceğini öğrenmeden evvel, ormandan iki merkebe sardığımız odunu 16 kilometre ötemizdeki Hatunsaray’a götürüp onlarla odun-kavun karpuz takası yapardık. Yani odun verir, karşılığında kavun karpuz alırdık.

Bizim yörede patetese (pate), domatese (tomat), salatalığa (hiyar), fasulyeye (böğrülce), kabağa (gabak), patlıcana (badılcan), karpuza (garpız) kavuna (kelek) denirdi. Daha pek çok mahsülün başka başka söylenişleri var ama hemen şimdi aklıma geliveren bunlar.

Birde günlük hayatta kelimelerin akışı şimdikinden daha farklı ve bana göre daha düzgündü. Şu günlerde televizyonlarda kar haberlerini izlerken spikerin “Kar küreme yapılıyor” demesi benim tuhafıma gitti. Bizler “Kar kürüme” derdik. Kış günü sabah kalkınca, bakarız ki; kar yağmış. Anamız babamız, “Haydi guzularım, damları kürüyelim de evimiz akmasın” derlerdi. Ağaçtan yapılmış ağzı geniş kar küreklerini omuzlayıp damlara çıkar ve karları kürürdük. Sonra da aşağı iner, evin etrafını, ahırın, samanlığın yolunu da kürürdük. Buda yetmezdi; davarın, sığırın sokak çeşmesine gidebilmesi için o yolu da kürürdük. Biz küremezdik efendim, kürürdük.

Şimdi pazarda, manavda, markette yılın her mevsiminde her daim bulunan salatalık, domates gibi sebzeleri var ya… İşte onları bulmak bizim çocukluğumuzda masallarda geçen bir deyimden ibaretti.

Çünkü köyümüzde ve civarında salatalık, domates, kabak yeşil fasulye gibi sebzeler ağustos ayı başlarında ancak yetişir, ekin işlemenin son günlerinde ancak yiyebilirdik ve yüzümüz gülerdi. Bizim salatalarımız bahar aylarında önce gelincik denilen ot ile daha sonra karavuk, cırtlavuk isimleriyle bilinen yöresel ve doğal olarak kırda yetişen otlarla yapılır, üzerini de, şimdiki neslin haşlama dediği top pişmiş köy yumurtasını halka halka kesip dizerek süslerdik. Zeytin yağı, çiçek yağı hak getire; üzerine birde Şırlağan yani susam yağı gezdirince tadından yenmezdi. Ana maddesi domates ve salatalık salatayı ise ancak bostanların yeşerip kızardığı ağustos ayının ortalarında yerdik.

Bir konumuzda lehçe ya; Alanya taraflarından köyümüze gelin gelmiş olan bir ninemizden henüz çocuk yaşlarımdayken dinlemiştim. Dile dair anlattıkları aklımdan hiç çıkmadı.. İstanbul’da çalışan oğlu anacığının gönlünü hoş etmek için götürüp bir müddet misafir etmek istemiş. Rahmetli o günleri bize şöyle anlatırdı:

-Gaç hay guzum; İstanbol İstanbol deller ya, dilleri pek gubat. (Kaba)

-Neni öyle den hay nene?

-Neyni olacak guzum, Sulu zırtlağa ilimonnn (Limon) deyyorlar. Pateye, gumpire, patates deyyorlar. Tomataya domates deyyorlar. Gaç guzum, bir-iki ay galdım ya dillerine alışamdım gettim.

Nur içinde yatası ninemiz, böyle anlatırdı.

Bendeniz 1968’li yıllarda İstanbul da çalışıyordum. Ataköy, Yeşilköy, Yeşilyurt sahil boyunda müşterilerim vardı. Yeşilyurt’taki bir müşterimin İstediği siparişleri götürdüm… Evleri denize nazır ve müstakil; bahçesi tel ile çevrili. Aile fertleri diledikleri zaman evinin önünden denize girip çıkabiliyorlardı. Bir gün ev sahibi bana kısa bir don verdi, adı şort imiş.

-İsmail Bey, bizim evin önünden denize sende gir, dedi.

Utandım. O ısrar etti. Utana sıkıla şortu giyip öğle vakti denize girdim. Yandaki evin önünden de benim gibi denize girenler var. Onlar da çoluk çocuk belli ki. Anadolu insanları; o evin kapıcıları ailesiymiş. Ben yüzme bilmiyorum ya… Komşuda denize giren kapıcı Beyi tel örgüden bana yaklaştı:

-Yahu hemşerim, çık şu denizden; denizi bari rahatsız etme, deyiverdi.

Ben fena utandım ve hemen çıktım. Müşterimin hanımı Gülşen abla çıktığı görünce yanıma gelip

-Ne oldu İsmail, sıkıldın mı, niye çabucak çıktın denizden? Diye sordu.

-Yenge zaten yüzmeyi bilmiyorum, bu kadar yeter, deyip konuyu bitirmek istedim. Fakat lüzumsuz kapıcı sırıtarak geldi ve

-Bırak, çıksın Gülşen abıla yüzme bilmediğinden denizi rahatsız ediyor adam, deyince; Gülşen abla zeki kadın, durumun ondan kaynaklandığını hemen anladı. Adamı bir fırçaladı ki, rezil rüsva etti.

-Sen kimsin de benim misafirimle alay ediyorsun? Sen de bilmiyordun yüzmeyi, Sivas’ta denizde mi öğrendin yüzmeyi? Seni ev sahibine söyleyip işine son verdireceğim! Deyince, adam utandı, pişman oldu. Benden özür dilerken de ortalığı yumuşatmak için espri olsun diye bir Sivaslı olayı anlattı:

-Ben hata yaptım gardaşım, özür dilerim. Hepimiz Anadolu’dan böyük şehre gelmiş insanlarız. Bizim yörenin insanları İstanbol’da çoğalınca bir hemşeri toplantısında “Yahu İstanbol’a geleli epey zaman oldu. Gayri dilimizi bu şehre uyduralım da ‘gidiyoruk,  geliyoruk’ demeyi bırakalım. ‘Gidiyoruz geliyoruz’ diyelim” diye karar almışlar. Fakat alışkanlık bu ya, terk etmek kolay değil. İki dost ailecek buluşmuşlar.

Biri diğerine şöyle demiş güya kibarca; “Yahu köylüm nerelerdesiniz, gidiyoruz geliyoruz bir türlü sizi evde bulamiruk” demiş. Aslımız bu amma benim hökalalığım (ukala) oldu hakkını helal et, diye özrünü beyan etti. Selam ve dua ile