Hâkimiyet Bilâ Kayd-ü Şart Türk Milletinindir

“19. Yüzyıl sonlarında artık Anadolu'da İslami gelenekleri, Osmanlı tarihi ve Türk dili üzerine inşa edilmiş ve Osmanlı Devleti içinde yaşamış tüm Müslüman soylarından oluşan, yani Türkmen, Arnavut, Kürt, Arap, Abaza, Tatar, Karaçay vs. Türk soyundan olsun olmasın yeni anlamı ile Türk olmayı kendi istekleri ile yaşayış, duygu ve amaç birliği içinde birbirine kaynaşarak yeni bir millet ortaya çıkmaya yüz tutmuştur.  

İttihat ve Terakki'nin yayın organı Tanin'in başyazarı olan Hüseyin Cahit, gelinen yeni dönemde şartlar ne olursa olsun “millet-i hâkime”yi yalnızca Türklerden müteşekkil olduğunu vurgulayan bir yazı kaleme alır. Hüseyin Cahit Yalçın'a göre Osmanlı Devleti açısından artık ittihad-ı anâsır söz konusu değildir. Gayrimüslimlere olan güven tamamen kaybolmuştur. Bu konuda yazar şu görüşleri dile getirmektedir: “İstikbalde anâsır-ı Osmaniyenin muhadenet ve ittihadı hakkında ne kadar kuvvetli ümitler beslersek besleyelim bugün bir vaka-i hakikiye şeklinde binlerce misali delaili ile gözlerimizin önünde durduğu için muhakkak biliyoruz ki, bu devletin bekasını Müslim unsuru kadar isteyen ve çalışan yoktur. Bugün şu devleti kendisine yalnız Müslim unsuru mal ediyor Benim hükümetim diyor. Anasır-ı saire az çok hep bir emel arkasındadır. Bunlar muhtelif mahreklerde deveran eden ecrâm-ı semaviyeye benzer. Hepsi başka merkeze tabidir. Eğer hüküm ve nüfuzu bugün anâsır-ı gayr-i müslimeye tevdi edecek olursak hiç şüphe yok ki bunların icraat ve harekatında yegane rehber menfaat-i Osmaniye endişesi olmayacaktır. Demek oluyor ki, biz Müslim unsur, memleketin şu halinde hayatımızı kurtarmak istersek, hüküm ve nüfuzu kendi elimizde tutmalıyız ve anâsır-ı sâireye bunu kaptırmamalıyız."    

Hüseyin Cahit bu yazısında, dönemin, Jön Türklerin zihniyet dünyasını çok iyi yansıtmaktadır. Ona göre devletin geleceğini Müslüman unsurdan başka düşünen kesim yoktur. Bu nedenle Hüseyin Cahit makalesinde, “Müslüman” kelimesini adeta “Türk” yerine kullanmıştır. (Doç. Dr. Fahri Yetim, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Aralık 2008, Sayı:18, ss.71-84)  

Rusya ve Avrupa ülkelerinin baskıları ile ilan edilmek zorunda kalınan Tanzimat Fermanıyla birlikte süreç gayrimüslimler lehine üstünlük temin edecek bir düzene doğru ilerlemişti. I.Cihan Harbinden mağlubiyetle çıkmış olmamız bütün gayrimüslim anasırı şımartmıştı. O vakte kadar 'milleti mahkume' olarak yaşamaya mecbur edilişlerinin acısını çıkartma eğilimi baş göstermişti. Anadolu ve İstanbul'da işgal kuvvetlerinin en mühim yardımcısı durumunda idiler. Bu ilişkiler onlara hem siyasi, hem mali bir üstünlük temin etmeye başlamıştı. 

Hüseyin Cahit'in Tanin'de neşrettiği 'Milleti hakime' başlıklı yazısının üzerinden 10 sene geçtikten sonra Osmanlı Ordusu terhis edilmiş ve Osmanlı Devleti I.Cihan Harbinden mağlup olarak çıkmıştı. Kendisini 'milleti hakime'ye ait hissedenlerin hepsi mağlubiyet ve hüsran duygusunun mahkumu durumundaydılar. Gelecek karanlık ve belirsizdi. Esaret va'dediyordu. 

'Milleti Hakime'nin, devletim dediği devlet yenilmiş, sancağım dediği sancak yere düşmüştü. Payitahtları işgal edilmişti. 800 senedir 'milleti mahkume' muamelesi görenler ise sıranın kendilerine geldiği düşüncesiyle arkalarına aldıkları düveli muazzama ajanlarının desteğiyle avantajlı bir geleceğe doğru yürümekte idiler. 

Esir ülkenin insanları bir aidiyet duygusu ile bir araya gelmeye ve varlıklarını devam ettirme kararlılığını göstermeye başlamıştı. Yapılacak olan iş, yapanların da kimliğini tayin edecekti. Girişilen iş istiklali ele geçirme işiydi. Bu sebeple bizim milli varlığımız bu "Millet-i Hakime" meselesiyle doğrudan alakalıydı. Tanzimat'tan itibaren çözülme vetiresi içinde süzüle süzüle gelen bir şey vardı: Müslümanlığın Türklükten ayrılamayacağı. 

Bizim mevcudiyetimiz devletin idare kapasitesi ile milletin itikadi kapasitesi arasındaki uzlaşmayla yürüyen bir şeydi. Bu ikisi bizi bir şey yapmıştı. Ne yaptığını "hakimiyet bila kaydü şart milletindir" şiarıyla özetlemiştik. Yani “Tanzimat Fermanı sonrası düzen geçerli değildir. Hakimiyet bila kayd-ü şart milletin olacak.” Bu, Türklerin bir millet olduğunun kabul edilmesi ve Türklerin İslam'ın yegâne muhafız ve müdafii olduğunun kabul edilmesi demekti. Irzı çiğnenen, kanı heder olan Müslüman ahali kader birliğine doğru yürümüştü. Bu birlik, bir milli varlığı ortaya çıkaracaktı. Milletler yoktu. Tek bir millet vardı. O da Türk milletiydi. 

En son Arnavutlar Osmanlı idaresinden ayrılmışlardı."Biz de kendimizi Arnavut olarak dünyaya göstereceğiz" demişti Arnavutlar. Yani milliyetçilik iddiasında bulunan en son kavim Arnavutlardı. Bundan sonra artık kala kala Türklükle Müslümanlığın aynı şey olabileceği kalmıştı. Çünkü Arnavutlar Müslümanlık iddiasında kaldıkları sürece Arnavut kimliğinden vazgeçmek zorunda kalacaklardı. Vazgeçmediklerine göre artık onlar da Türk değillerdi. Kala kala Müslümanlığından vazgeçmeyenler kalıyordu: Türkler. 

Hangi sebeple olursa olsun hangi ırktan gelirse gelsin Müslümanlığını ciddiye alan herkes Türk olduğunu ifade etmek zorundaydı. Hakimiyet bila kaydü şart bunların elindeydi. Bugün gâvurların ağzına bakarak bir Çerkes hareketi yürütmek isteyenler diyorlar ki "İstiklal Harbinde Çerkeslerin çok müessir rolü oldu." Bu doğru. Ama onlar bu işi Türk olarak yapmışlardı. Yani 'Millet-i Hakime'nin bir parçası olarak değil, kendisi olarak yapmışlardı bu mücadeleyi. Çerkes Etheme, Çerkez Ethem denilmesinin sebebi İsmet Paşa'nın onu geriletmek için onun Türk olmadığını vurgulamak için bir isim takmasıyladır. Yoksa "Ethem Bey"di O, "Çerkes Ethem" değil.

19.Yüzyılın sonuna doğru bütün bu dünya şartları içinde Türkün bir safha temsil ettiği "Hakimiyet bila kaydü şart milletindir" ifadesi ile tebarüz etmişti. "Hakimiyet bila kaydü şart milletindir" beyanı bütün siyaset ve ekonomi teorilerini, modern hayatın doğuşu için yaşanan bütün tecrübeleri bir izaha kavuşturuyor. 

Yani 'milleti hakime' bundan sonra her şeyin tanziminden mesuldür. İşte 1921 Teşkilatı Esasisinin 1.maddesinde yer alan "Hakimiyet bila kaydü şart milletindir" ibaresi bütün bunları işaret ediyordu.

'Hakimiyet Milletindir' sözü, batı dünyasındaki hakimiyetin gökten yere indirilmesi meselesiyle irtibatlı değildi. 'Hakimiyet milletindir' demek 'Kuran'ın hakimiyetini reddediyoruz' manasına gelmiyordu. 'Kur'ana gerek yok artık biz kendi kendimize doğrunun ne olduğunu söyleyeceğiz' demek değildi. Batı dünyasında gelişmiş olan "hakimiyetin meşru kaynağı olarak; halk" meselesiyle bizim 'hakimiyeti milliye' meselemizin birbiriyle hiç bir alakası yoktur. 

Tam tersine 'hakimiyet milletindir' demek: "Hakimiyet Müslümanlarındır" demektir. Yani hakimiyet, Müslümanlıktan başka bir kimliği kendisine yakıştıramayan milliyeti-dini bir olan topluluğundur. Hakimiyet milletindir demek hakimiyet Kur'ana sadakatla bağlı olanlarındır. demekti. Tıpkı serbest kelimesi gibi. 'Serbest' yani başı bağlı. Başı neye bağlı? Şeriata bağlı. Başı bağlı olana serbest. 

Onun için "duvarında 'Hakimiyet Allah'ındır' yazmıyorsa o meclis batıldır" gibi laflar en basit ifade ile ahmakçadır. Bayrağında Kelime-i Tevhid bulunan Suudi Arabistan'ın Müslümanların izzetini değil de zilletini akla getirdiğini düşünürsek bu tür lafları millete öğretenlerin ne menem birileri olduklarını anlarız. 

'Hakimiyet Milletindir' demek 'hakimiyet, kendisini şirkten korumuş olan çirkinlikten korumuş olanlarındır' demektir. Zira İslam'ın boyası dışında bir boya arayanlar kendilerine gâvurların çizdiği rotayı takip etmekten gocunmamışlar ve kavmi özelliklerini hayatlarını tanzim ederken istifade edilecek özellikler olarak almışlardır. Bu ise İslam itikad kaidelerine göre ancak şirk olarak tanımlanabilecek bir durumdur.

'Milleti Hakime' Türk Milletini işaret eder. Niçin Türk milletini işaret eder? Çünkü Osmanlı devleti dağılırken kavmi bir özellik ortaya atmayarak, İslam'ın muhafızı olma davasında hep beraber hareket edeceğiz, gerekirse bu yükün altında hep beraber ezileceğiz diyenlere tarih ve dünya Türk demiştir. Kaçan kaçmış, kalanlara Türk denilmiş. Türkler durmuş, duranlar Türk olmuştur. 

Bütün bu hakikatlerin üstünün örtülmesi için de 'Egemenlik Ulusundur' lafı çıkarılmış. 

'Bila kayd-ü şart' nerede?

Hakimiyetin bila kayd-ü şart milletin olduğu yerde "kanun öyle yapılmaz, böyle yapılır" diyen 'evrensel hukuk kaideleri'ne göre işleyen bir Anayasa Mahkemesi olmaz. Hakimiyetin bilâ kayd-ü şart millette olduğu yerde Reisi Cumhurluk makamı da olmaz. Olsa olsa Meclis Başkanı olur. Onun vazifesi de şurayı muhafaza ve istişareyi temin etmektir. Hakimiyetin bila kayd-ü şart millette olduğu yerde hiçbir organ doğrudan milletten almadığı hiçbir yetkiyi kullanamaz. Hakimiyetin bila kaydü şart milletindir şiarinın mer'i olduğu yerde özerk kurul, özerk kurum, 'kuvvetler ayrılığı' gibi saçma sapan nereden çıktığı meçhul uydurma kaideler olmaz. Yasama-yürütme-yargı bağımsızlığı ve dengesi denilerek milli iradenin mefluç edilmesine gerekçe temin edilen mekanizmalar olmaz. Bütün dengeler millet menfatine bozulmuş yeniden düzelmiştir. 'Hakimiyet bila kaydü şart milletindir' düsturu hayatta olsaydı uluslararası anlaşmalar bugün olduğu gibi kanunların üzerinde olmazdı. Uluslararası anlaşmaların kanunlarla çeliştiği durumlarda uluslararası anlaşmalar değil, kanunlar uygulanırdı. 

"Hakimiyet Milletindir demek; hakimiyetin bir zerresini; sıfatı, ismi ne olursa olsun, hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir" diyen Mustafa Kemal,  29 Ekim 1923'de 354 Sayılı Kanun ile Teşkilatı Esasi'yi değiştirecek, Reisi Cumhurluk makamını ihdas edecek ve hakimiyetin icra (yürütme) kuvvetini meclisten koparacaktı. 

Tıpkı bugün de seçim meydanlarında 'milli irade' diye bağırıp da bütün yetkileri nevzuhur Reisi Cumhurluk (Başkanlık) makamında toplamaya çalışanlar gibi.

20 Muharrem 1436

 

(Çelimli Çalım Dergisinin 5.Sayısında neşredilen aynı başlıklı yazımdan)