Birini kaybettiğinde hatırlanacak iki tarih kalıyor insana. Doğum günü ve ölüm günü. Aynı cümle içinde kullanmak ne kadar zor olsa da biri hayatın, diğeri sonun başlangıcı…

Bana kalan tarihlerden birindeyim. 1 Temmuz 1974 annemin doğum günü. Kutlamaya fırsatımız olan her yıl kutladığımız, güzel anılar paylaştığımız kıymet dolu bir tarih ama doğum günü sahibi dünyada olmayınca geçen bütün senelerin ağırlığının altında eziliyor insan. Bana göre hatırlamak bir buluşma biçimidir. Ben bugünü annemle buluştum sayıyorum. Mezarlıktaki ağaçlar gibi başına dikilip beni görmesini diliyorum. Oradan bana gülücükler saçtığını hayal ediyorum çünkü annem her zaman gülecek bir şey bulurdu. Bu durumda bile bizim gülmemizi isteyeceğine adım kadar eminim.

Ellerimizden kayıp gittiği gün ise 16 Kasım 2020. O günden beri kalbimde bir taziye evi kurulu. Kalabalık ne zaman dağılır bilmiyorum ama içerde hep ben varım, geleni ağırlıyorum gideni uğurluyorum ama kendim bir yere kıpırdayamıyorum. O gün hastane bahçesinde oturduğum bankta hâlâ annemi çıkarmayı bekliyorum. Ben annem öldükten sonra dualarımda aylarca rahmet yerine şifa istedim. İyileşsin diye o kadar çok dua ettim ki yokluğunu kabullenemedim. Dilimi döndüremedim, kalbime sığdıramadım. Hâlâ istediğim kadar ağlayamadım. Çünkü annenin omzunda dökmediğin hiçbir gözyaşı seni iyileştirmiyor. Gecem gündüzüme karıştı ama hiçbir sabah annemi geri getirmedi.

Çocukken okulda hazırladığımız ufak tefek anneler günü, kadınlar günü davetlerini, doğum günü için yazdığım masum şiirleri ve ona aldığım küçük ama anlamı büyük hediyeleri hep saklamış annem. Evini toplarken birer birer çıkıp geldi kıyıdan köşeden. Aklında tutamazdı ama duyduğunu yazmış her yere. Öyle çok yere not almış ki keşke daha çok yazsaymış. Takvim yaprakları, ilaç kutuları, gazete kupürleri. Ben annemi bu hatıralarla yaşatıyorum. O kadar güzel ki içimde. Hayatın yükü artık omuzlarında değil bu yüzden kendimi çok hafif hissediyorum. Bir tür rahatlamadan bahsetmiyorum, annemle birlikte bu dünyayı yitirdim ben…