2

Siz aynı zamanda ney ve kanunu imal de ediyormuşsunuz, öyle mi?

Evet. el becerim vardır. O yıllarda Konya’da pek fazla ney yapan yoktu. Kemal Telliler ve Hasan Çopur ney yaparlardı. Ankara’da ney yapımıyla uğraşan Andaç Arbaş vardı. Andaç Bey yaklaşık ay kadar Konya’da kaldı. O sırada ben kendisini izleyerek ney yapmasını öğrendim. Kanun ve neylerimi kendim yapardım.

Hatta Konya’dda musiki korosu da yoktu. Biz evlerde toplanarak musiki icra ederdik. Her sene kış gelirken hangi eserleri geçeceksek onları derleyip notalarını yazardık. O yıllarda Arif Biçer de Konya’daydı. Memduh Derin, Fevzi Özçimi ve Kemal Telliler ağabey de bu toplantılara iştirak ederdi.

Sonra Mevlâna İhtifallerinde bizim grubumuz da mutrip heyeti olarak yer aldı. Sadreddin Özçimi, Mehmet Kılıç, Arif Biçer ve bendeniz; İstanbul’dan, Ankara’dan gelen heyete katılırdık. 1970-1980 yılları arasında on yıl Mevlâna İhtifallerinde ney üfledim. Tasavvuf Musikisi Korosu kurulunca artık onlar bu işi yürütmeye başladılar.

ÖMRÜMÜ BİSİKLET SPORUNA VERDİM ÖMRÜMÜ BİSİKLET SPORUNA VERDİM

Hat sanatının seyrüseferi ne durumda?

Ben Hat sanatına başladığım yıllarda bu sanatla uğraşan hiç kimse yoktu. Eczanede hat çalışırken görenler “Hüseyin Bey bu ne?” diye sorarlardı. Fakültede ve dışarıda başarılı talebeler yetişti. Yarışmalarda dünya birincilikleri kazananlar oldu. Eskiden Konya’da pek fazla hattat olmadığı için hat sanatında Konya Ekolünden bahsedemeyiz. Çinilerde bazı yazılar var ama ekol olacak düzeyde bir hat sanatı yok. Bundan sonra yetişecek hat sanatçıları bir Konya üslubunu başlatabilirler. Yani Konya’da hat sanatında gelinen seviye çok iyi... Konya’da hat sanatı dünya çapında bir yere geldi. Elhamdülillah çok iyi hattatlar yetişti.

Siz Hat hocalığına ne zaman ve nasıl başladınız?

Hamid Hocanı talebeliğine devam ettiğimiz yıllarda eczacılık yaparken gazeteci Muhtar Bedir benimle çok ilgilendi. Hat sanatını kendi de seviyordu. Benimle bir röportaj yaptı ve gazetede yayınladı. Bu röportajdan sonra ders almak için gelenler oldu. 1970-1980 yılları arasında gelenlere ders vermeye başladım. Hocalığa da bu şekilde başlamış olduk. Hat sanatında öğretmek parasızdır. Geleneğe göre hat hocalığından para alınmaz. Şu anda Konya’da hat sanatıyla ilgilenenlerin sayısı arttı.

Camiler Hüsn-i Hat sanatının çok kullanıldığ mabetlerdir ve sizin de bu alanda önemli çalışmalarınız bulunuyor. Burada iki farklı durum var. Yeni yapılan camilerdir ve boş bir zemine uygulandığı için tartışma olmaz. Eski camilerin tatdilatı sırasında yenilenen yazıların korunması ya da aslına uygun biçimde onarılması nasıl mümkün olur?

1980’li yıllarda Şerafettin ve Piri Mehmet Paşa camilerinin nakışları ve hatları yenileniyor, diye duydum. Sadreddin Özçimi, Aziziye Caddesi’nde bir iş hanında dükkân açmıştı. Buharalı Mustafa amca ile orada tanıştım. çok hürmet ediyorlardı. “Piri Mehmet Paşa Camii’ni bitirdim” dedi. “Amca yazılara kalıp çıkarıyor musun?” dedim. “Ben kalıp çıkarmadan yazarım” dedi. “Kalıpsız nasıl yazabiliyorsun?” diye sordum. “Sen yazabilir misin?” dedi. “Ben kalıp olmadan yazamam” deyince “Ben kalıpsız yazarım” dedi. Bir hattat asla böyle söylemez. Sonra, yaptıklarıgörmek için Piri Mehmet Paşa Camii’ne gittim. Kubbenin içine İhlas Suresini yazmış. Fakat Surenin başına yazdığı besmelede “hiym” harflerini yazmamış. Bir yerde daha eksikliğe rastladım. İmama “Şurayı bir oku bakalım” dedim. Meğer İmam efendi de görüp söylemiş ama Mustafa amca “Ben onu öyle bir yere gizledim ki sen anlamazsın” demiş.

Bir gün yanıma fotoğrafçı Ali Rıza Usta’yı alıp Şerafettin Camii’ne gittim. Caminin içerisinde çocuklar iskeleye çıkmışlar, kimi türkü söyleyerek, kimi ıslık çalarak güya yazı yazıyorlardı. “Ustanız nerede?” dedim. “Yok” dediler. Ali Rıza Usta’ya “Caminin fotoğraflarını çek” dedim. “Fotoğraf çekmeyin. Buradaki nakışları çalıp başka camiye mi yapacaksınız?” dediler. Bizi bir de hırsızlıkla itham ettiler. Bir saat sonra tekrar gittik ve kimse olmadığı için camiye girip her tarafın fotoğraflarını çektik.

Vakıflar Bölge Müdürlüğüne gidip, “Mustafa amca camilerin nakışlarını bozuyor. Bir şeyden anlamıyor. Ben yapayım diye söylemiyorum. Bu işin İstanbul’da uzmanları var, onları getirip yazdırırız” dedim. Bölge Müdürü “Ben karışamam. Bu işle Yusuf Bey ilgileniyor. O yaz derse yazar, dur derse durur” dedi. Beni Yusuf Bey ile görüştürmelerini istedim ama arayıp soran olmadı. Bu zamanda da Mustafa amca da Şerafettin Camii’ni, Piri Mehmet Paşa Camii’ni bitirdi.

Renkli fotoğraflar o zaman Ankara’da basılıyordu. İstanbul’a gidince fotoğrafların bir nüshasını Uğur Derman’a, bir nüshasını da Şevket Rado’ya götürdüm. “Şerafettin Camii’ni bu hâle getirdiler, ne yaptıysam engel olamadım” dedim. Uğur Bey, “Vah vah” diyerek elini dizine vurmaya başladı. “Orada önce Hattat Mahbup Efendi’nin yazıları vardı” dedi. Şerafettin Camii’nin bu durumuna çok üzüldü ve “Bunu Vakıflar Genel Müdürüne anlatacağım” dedi. Ondan sonra Mustafa amca Mevlâna Müzesi’ne ve Sultan Selim Camii’ne gelince, “Yazılara dokunma” dediler. Eğer bir dokunsaydı oradaki yazılar da bozulurdu. Sultan Selim Camii’nin yazıları çok güzeldi. İyi ki Mustafa amca yazılara dokunmadan tadilatı durdurdular. Mevlâna Müzesi’nin içindeki yazıları da Fevzi Bey, Hüseyin Kutlu’ya yaptırdı. Mustafa amca nereye eli değdiyse orayı bozdu fakat Sultan Selim Camii ve Mevlâna Müzesi böylece kurtuldu.

Ondan sonra Kapı Camii’ni yaptı. O tamirat esnasında kubbeler çatlayınca daha sonra Kapı Camii’nin nakışları ve yazıları yeniden yapıldı.

Sizin Hüsn-i Hat uyguladığınız camileri anlatır mısınız?

Yurt içinde ve yurt dışında bulunan bazı camilerin hatlarını yazdım. Mesela Almanya’da 2-3 cami, Hollanda’da 2-3 cami, Amerika, Habeşistan, Kazakistan ve Avustralya’da ikişer cami… Avustralya’dan dönerken yolculuk sırasında rüyamda Peygamber Efendimizi (s.a.v.) görmüştüm. Sydney’de bir caminin yazılarını hazırlıyordum. Rüyamda akşam namazı için evden camiye geçtim. Camide yazıların kalıplarını üst üste koymuşum. Elimle kapı kulpundan tutunca kapının önünde Resülullah Efendimizin (s.a.v.) olduğunu hissettim. Heyecanlandım, kapıyı açtım, Resülullah Efendimiz (s.a.v.) gülümsüyordu. Bütün haliyle gördüm. “Buyurun Efendim” dedim. Eşikten atlayıp içeri geçti. Masadaki yazıları gördü ve onlara baktı. Kalıplar üst üste duruyordu. Sonra “Bitirdin mi, bitirdin mi?” diye iki defa sordu. “Bitirdim Efendim” dedim. Önümden masanın öteki köşesine geçti ve tekrar bakmaya başladı. Sonra “Çok güzel, çok güzel, çok güzel” buyurdu.

Ben de, “Efendimiz imam olsa da, namazı beraber kılsak” diye düşünüyordum. Kıbleyi işaret ederek “Efendim buyurun namazı beraber kılalım” dedim. Seslenmedi, biraz bekledikten sonra tekrar söyledim ve o anda uyandım. Bu rüyadan on beş gün önce Lafzatullah’ı yazdıktan sonra İsm-i Nebi’yi, Resülullah’ın ismini yazıyordum. Mim’i yazdıktan sonra Ha’yı yazarken durakladım ve kendi kendime mırıldandım. “Efendim ne zamandan beri adını yazıyorum, artık sen bilirsin” dedim ve yazıya devam ettim. Bu rüyayı “Çok güzel” dediği için, “yazılarımı beğeniyor ve ben adını yazarken omuzumdan takip ediyor” diye yorumladım.

Sydney şehrindeki aynı caminin yazılarını yazarken şöyle bir yol izledim. Caminin dört tarafında alçak duvarlar vardı. O duvarlarıüç metre yükseltmişler. Dört taraftan üç metre yükseltince kubbe de yükselmiş oluyor. Kenarlarda boş mekânlar ortaya çıktığı için oralara yazı yazmak gerekiyordu. Çalışırken aynı zamanda o bölümlere ne yazacağımı da düşünüyordum. “Bir kimse camiye girip ortada durduğu zaman önce mihrap tarafına bakar” diye düşündüm. “Mihrabın üstüne bir Kelime-i Tevhid yazayım” dedim. Aşağı yukarı kalemin kalınlığı beş cm civarındaydı. Orası için altı metre boyunda Kelime-i Tevhid tasarladım. “Bu kimse Kelime-i Tevhidi okuyunca mümin oldu. Mümin kime denir? Mümin nasıl olur?” diye düşündüm. Oraya Enfal Suresinin ikşnci ayetini yazdım. “Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun ayetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.” Sağ taraf için de bu ayeti tasarladım. “Peki, bu kimse sola dönünce neyi okumalı?” diye düşündüm ve müminin ne yapması gerektiğiyle ilgili bir ayet yazdım. Tabii bu ayetleri bana hatırlatan da Allah’tır. Sol tarafa da Hac Suresinin yetmiş yedinci ayetini yazdım. “Ey iman edenler, rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.” Bu ayet de oraya uygun oldu. “Mümin arkasını döndü ve dışarıya çıkacak. Çıkış kapısının üzerine ne yazalım?” diye düşündüm ve orada da “Mümin Rabbinden istesin” dedim. Bakara Suresinin iki yüz seksen altıncı ayetinin son kısmını yazdım. “Va’fu annâ, va’firlenâ, verhamnâ, ente Mevlanâ, fensurnâ, alel gavmil kâfirin.” Yani camilere yazı yazarken nereye ne yazılacağını tasarlamak, iyi düşünmek gerekir.

Şimdi Kur’an okumayı bile bilmeyen kişiler camilere yazı yazıyor. Yazdıranların da bir şeyden haberi yok, hangi ayeti yazdırdıklarını bile bilmiyorlar.

Aynı caminin dernek başkanı camiden çıkarken yanıma geldi ve “Hocam bir şey danışmak istiyorum” dedi. O günlerde caminin ismini ne koyalım diye konuşuyorlardı. “Hocam bize bir haber geldi, caminin adını Kral Fahd Camii koyarsak Suudiler bütün borçlarımızı ödeyeceklermiş” dedi. Cami derneğinin çok borcu olduğunu bildiğim için “Ben bir şey diyemem, siz bilirsiniz” dedim. Dernek başkanı “O ismi koyarsam namerdim, burayı bu hâle getiren Cenab-ı Allah. Bundan sonra da bize yardım eder, biz de burayı bitiririz” dedi. “O zaman Hazreti Ömer Camii, Zafer Camii, Şafak Camii gibi isimler çok. Öyle bir isim koyun ki hem Avustralyalılar hem de Türkler benimsesin. Avustralyalıların bildiği bir kelime olsun” dedim. Caminin ismini Auburn Gelibolu Camii koydular. Caminin bulunduğu semtin adı Auburn olunca ismin başına o kelimeyi de eklediler.

Yurt içinde pek çok camide yazılarım var. Mesela Ankara Kocatepe Camii’nin taç kapılarının üzerindeki yazılar benim yazılarımdır. Konya Hacıveyiszade Camii’ndeki kuşak yazılarının haricindeki yazılar bana aittir. Özellikle Konya’da son yıllarda yapılan camilerin çoğunda benim yazılarım vardır. Kapı Camii’ndeki yazılar da bana aittir. Yirmi yıl kadar önce caminin kubbelerinde çatlaklar oluşmuştu. Çünkü kubbeler ahşaptan yapılmıştı. Ahşaptan yapıp kubbenin içini sıvamışlar. Ağaçlar çürüdüğü için kubbelerin hepsi yeni baştan yapıldı. O tadilat sırasında caminin yazılarını da yeniledik. Daha önce yazıdan anlamayan birisi hem nakşını hem de yazılarını alelusûl yapmış. Bunları Vakıflar Genel Müdürlüğüne anlattım. Onlar da beni görevlendirdiler ve önce camiyle ilgili bir rapor hazırladım. Raporu takdim ettikten sonra oranın yazılarını yenilemek için beni görevlendirdiler ve caminin yazılarını yeniledik. 

Efendim, Selçuk Üniversitesi size Fahri Doktora Unvanı vermişti. Nasıl gelişti, anlatır mısınız?

Dönemin Selçuk Üniversitesi Rektörü Halil Cin benimle ilgili ödül ve sergi haberlerini gazetelerde görünce. danışmanına “Hüseyin Öksüz kim? Ona biz de bir şeyler yapalım, onunla biz de ilgilenelim” demiş. Benim haberim olmadan, bu araştırma yapılmış ve fahri doktora unvanı vermeye karar almışlar. Bir gün beni rektörlüğe davet ettiler. Halil Bey ile orada tanıştık. Sağ olsunlar 1990 senesinde fahri doktorayı münasip gördüler ve üniversitede düzenlenen bir törenle fahri doktora payesi verdiler. Daha sonra sanatta yeterlilik belgesini de Selçuk Üniversitesinden aldım.

Devamı Cuma Günü

Kaynak: Mustafa Güden