Eskiden; gurbet vardı, hasret vardı sıla vardı...
 

Yine eskiden; evlerimizdeki kap kacakların hemen hepsi bakırdan yapılmış eşyalardı.

Eskiden; "yavuklu" diye bir kavram vardı. Yani nişanlılık, sözlülük dönemi yaşayan kız ve oğlanın her biri diğerinin yavuklusuydu.

Yine eskiden; evlerimizin en çok kullanılan malzemelerindendi; ibrik, leğen, güğüm v.b. eşyalar... Yavuklular evlenirlerken bu araç gereçler onların en başta sayılan çeyiz eşyaları idi.

Eskiden; vazgecilemeyecek bir meslekti kalaycılık. Körük, kömür, nişadır gibi malzemelere ihtiyaç duyardı.


Yıne eskiden; evdeki kap kacakların tamamı bakır olduğu için bunların belli aralıklarda sağlık açısından kalaylanması gerekirdi.

Eskiden; hemen her Türk Gencinin cebinde bir ayna bir tarak bir cep defteri ve bir kalem bulunurdu. Yavuklular, yavuklularını asla birebir olmak üzere açıktan göremez onlarla buluşamaz, konuşamazlardı. Uzaktan uzağa ayna tutarlardı birbirlerine. Bazen de aracılar vasıtasıyla gizli gizli görüşürlerdi. Mektup yazarlardı bir de...

Kalaycılar köy köy, mahalle mahalle dolaşırlardı. Yani köylerde, evlerde kullanılan bakır kap kacağın ayağına giderlerdi tabiri caiz ise. Köy odasında kalırlar, odanın alt kat bölmelerine sistemlerini kurar, köylüler kaplarını oraya getirir, sıra alırlar ve kaplarını kalaylatırlardı. Pırıl pırıl olurdu kap-kacağın iç kısımları. Yüzüne tutsan ayna gibi yansımasını görürdün içinde.

Köyün gençleri yavuklularını köyde bırakıp, gurbet ellere para kazanmaya giderlerdi. Telefon yoktu ki konuşabilsinler, cep bilgisayarları yoktu ki yüzlerini görebilsinler. Ne Facebook vardı ne Watsap gibi teknolojik nesneler... Aylarca haber alamazlardı birbirlerinden. Mektup yazsalar başkalarının eline geçmesinden çekinirlerdi. Gençler ceplerindeki deftere şiirler yazarak hasret giderirlerdi. Okuyacakları kitaplar belki Kerem ile Aslı'dan, dinleyecekleri hikâyeler; Ferhat ile Şirin'den, Leyla ile Mecnun'dan, Tahir ile Zühre'den ibaretti.

Kalaycılar gidecekleri köyler ile ilgili olarak; "iş çıkar mı çıkmaz mı para kazanır mıyım, kazanamaz mıyım" kaygısıyla önceden bir araştırmaya gerek görmezlerdi. Zira her evde kullanılan kap-kacak tamamen bakırdan yapılanlardan ibaretti. Demem o ki kalaycının hedef kitlesi daima hazır beklerdi ve mevcut idi.

Eskiden şiir yazmayı kolaylaştıran, yani şiir yazdıran konular da yani ilham perileri de her daim arasında dolaşırdı insanların. İlham; gurbetti, sılaydı, özlemdi, sebil gibi tüketilmeyen sevgiler, aşklar, sevdalardı. Ulaşılması güç hatta imkânsız sevgililerdi. Üretilecek ürünlerinin ham maddeleri her daim gönüllerin sımsıcak ve en müstesna köşelerinde hazır ve nazırdı. Kalite, seviye, naiflik, nezaket denilen birbirini tamamlayan olgular kendiliğinden çıkardı yüreklerin derinliklerinden. Zorlama, oradan buradan çalınıp çırpılan ifadelerle kırk yamalı bohça gibi olmazdı şiirler. Daha yazarken ezgilerini mırıldanırdınız doğal olarak.

Kalaycılık da öyleydi. Kalaycılar işlerini öyle bir ihtimamla yaparlardı ki, kalayı kabın içine sıvarken, o kapta pişecek olan yemeğin hangi aşamalardan geçerek onun içine girdiği hususunu çok iyi bilirlerdi. O kapta yenilecek yemekleri oluşturan gıdalara akıtılan alın teri, ona verilen emeğin kutsallığına nazire yaparcasına ihtimam gösterirdi o kabı kalaylarken.

Ya şimdi?

Ne şiirlerde duygu kaldı ne yazanda ne okuyanda ona saygı... Ne onu yazdıran duygulara ihtiyacımız var ne de arasak da bulabileceğimiz şeyler artık onlar... Gurbet mi kaldı, sıla mı kaldı? Hasret mi var, onu yaşayacak şartlar mı? Firkat mi yaşanıyor simdilerde yoksa vuslat mı? Neredeyse yedi yirmi dört; göz göze, diz dize durumları...

Her bir yanımız sebil gibi şairle dolu. Bir günde binlerce şiiri yazıp yayınlama imkanlarımız var. Kalemimiz bilgisayar, kitabımız makine, elektronik araç gereç...

Yaşantımız dijital, araçlarımız dijital, sevdalar kırık dökük... İstediğimiz her şeye anında ulaşma imkânımız var. Sevgiler bile elektroniğin iki ucunda. Birleşmeler, ayrılıklar gırla gidiyor.

"Elini sallasan ellisi..."

Nasıl ki tarihi eser müzeleri var, nasıl ki tarihi belgelerin saklandığı, muhafaza edildiği arşiv odaları var işte şiirimiz de artık o müzelerdeki eserler gibi, arşivlerdeki evraklar gibi koruma altına alınırsa ne ala. Yoksa bu kalitesizlik bu yaşanan enflasyon, onu da geçmişte kullanılan gaz lambalarının, kalaycı körüklerinin akıbetine uğratıp merdiven altı mahzenlerde tozun toprağın içinde yok olup gitmesine sebep olacaktır. Hatta olmaya başladı bile.

Tıpkı o, evlerimizin en kaliteli eşyalarından olan bakır kap-kacakların, zaman içinde üç-beş naylon kap ile, bir kaç çinko ya da alüminyum kap-kacak ile değiştirilmesi sonucu kalaycılık mesleğinin, kalaycı sanatkarlarının ortadan kaybolup gittikleri gibi.

İşte şiir ile kalayın, şair ile kalaycının önlenemez akıbetleri...