Güvercinin boynundaki o kırmızımtırak tüyler vardır ya, bir kere taktı mı güvercin o tasmayı boynuna başka birisini sevemezmiş, ama bazen fazla sevgiden güvercinler birbirlerini de öldürürlermiş…

Böyle duydu çoğunluk, Güvercin Gerdanlığı tarifini, Ramiz Dayı’dan.

Ezel dizisinde berber koltuğunda oturuyordu.

Güvercin Gerdanlığı, bir güvercinin diğerine duyduğu aşkın büyüklüğünden onu severken boynunu kanatmasıyla oluşan kan lekesinden ilhamla oluşturulmuş bir metafor. Ve tahmin edin n’oluyor bu coşkun aşkın sonunda? Aşık maşukunu kanatarak yavaş yavaş öldürüyor.

Bitimsiz aşk, aşkınlıktan bitiyor.

Ölene sorarsan, aşığının hatrına sitemsiz kalır.

Öldürene sorarsan, pişmanlık bir yana, öleni itham eder.

Bana sorarsan, ölenin de öldürenin de eline sağlık olsun.

Yaşam aşktır, bitim de aşk olsun.

Ki, eskiler boşa dememişler: AŞK OLSUN…

Edebiyatın tarih sayfalarına bakacak olursak Güvercin Gerdanlığı’nı bize, anavatanım saydığım Endülüs’ün önde gelen ilim insanı İbn-i Hazm, aynı isimli eseriyle kazandırmıştır. Güvercin Gerdanlığı, İbn-i Hazm’a göre boyna geçen ve ölünceye kadar çıkmayan ‘aşk zinciri’ anlamına gelen bir semboldür. Eserin girişinde yazar aşkın mahiyetinden söz eder ve insanların aşkın tanımı ve nedenleri üzerine bir türlü uzlaşamadıklarını anlatır.

Aşk, bedensel biçimle mi başlar?

Sosyal uyumun ve ahengin çokluğu mudur, aşkın illeti?

Benzeme midir birbirine, acaba, yoksa tamamlamak mı birbirini ?

Kendini güvende ve huzurda hissetmek midir?

Mutluluk ya da cennet arayışının yakınlaşması mıdır?

Döneminin güçlü bir düşünsel polemik ustası olan İbn-i Hazm kendi düşüncesini açıklayarak bahse noktayı koyar :

“…aşk göz açtırmayan bir derttir. Bu derdin ilâcı, acısıyla orantılı olmasıdır. Bu öyle bir hastalıktır ki, hasta zevk alır. Öyle bir acıdır ki dert sahibi arzu eder. Bu derde kim uğrarsa artık iyileşmek istemez. Acı çeken ise, bu acıdan kurtulmayı dilemez. Aşk insana, vaktiyle iğrendiği şeyleri süslü püslü gösterir. Kendisine zor gibi gözüken şeyleri kolay gösterir. Doğuştan olan huyları ve doğal eğilimleri değiştirecek kadar ileri gider.”

Aşkın belirtilerini konuşmak da keyif verir insana ve tabii ki, bir aşkın en görkemli zamanı aşık olduğunu hissetmeye başladığın günlerdir. Bilemezsin başlarda, emin olmak istersin olamazsın ve nihayet kendine anlatmaya başladığında umut-kaygı, haz-acı, mutluluk-keder biri diğerinin içine geçer adeta.

İbn-i Hazm’a soracak olursak nedir aşkın belirtileri diye, şöyle sıralar:

Sevdiğinin adını kendi kendine tekrarlamaktan hoşlanmak.

Sevgiliyle karşılaşmayı ummak. Onunla oturmanın yollarını aramak, ona yakın olmaya çalışmak

Sevgiliye olan ilgi; detayları gözden kaçırmamak, onun bütün hareketlerini izlemek ve tanımaya çalışmak.

Sevgilinin sözünü can kulağıyla dinlemek, ileri sürdüğü şeylerden dolayı hayret etmek, bütünüyle saçma sapan konuşsa bile ona hak vermek.

Aşıklar türlü türlüdür. Allah her insanı ayrı bir alem, ayrı bir mizaç üzere yarattığı içindir ki, insanlar farklı sever. Aynı insan hayatının evrelerinde de başka türlü sevebilir, elbette.

Kimisi bir bakışta âşık olurlar. İbn-i Hazm buna şüpheyle bakar çünkü “büyüme, gelişme ne kadar hızlı ise yok oluş, bitiş de o kadar çabuk” diye inanır. Hatta biraz daha ileri giderek bu tarz aşka inanmadığını ve bunun bedensel arzularla karıştığını düşündüğünü çekinmeden söyler.

Uzun görüşmeler sonucu sevenleri, güvenilir bulur yazar. En çok bunu destekler ve kendi içinde olduğu durumun da bu olduğunu belirtir. Bu sevgi; uzun konuşmalar, sık sık görüşmeler ve zamanla elde edilen sıcak ilgiden sonra gerçekleşen bir sevgidir. Zorlukla elde edildiği için elden çıkması da kolay olmayacaktır.

Bir de aşkın afetleri vardır. Yani, zaten maşukun gözünde imkânsız olanı felakete dönüştüren. Aşkın afetlerinin en vahimi kaçınmadır. Aşık, nazdan ötürü kaçınmayı tercih edebilir. Reddedilme korkusundan, kendisini maşuka layık görmemekten, sevgilisinde sezdiği bir soğukluk veya mesafeden ya da kınayıcının kınamasından da ötürü de kaçınabilir sevgiliden.

İbn-i Hazm aşkı bir keşfetme aracı olarak da görmektedir. Kişilerin, mevcut olan durumları, olayları, olguları hatta kendilerini keşfetmeye başlamaları bir tür farkındalıktır. En basit söyleyişle, her baktığımız şeyi göremeyiz. Aslında, görmeye başlamak ve keşfetmenin başlamasıdır.

Farkındalık yolculuğunda adeta etrafımızı görmeye başladığımız ışık “aşk” sayesinde uyanır. Zaten aşk, insanın bilinç, bilinç dışı, irade ve eylem gibi pek çok boyutunun birlikte harekete geçmesidir. Kendinizce bir hayat yaşıyorsunuzdur. Aşk kapınızı çalar, öncelikler yer değiştirir, idealler değişir, artık gökyüzü mavidir, doğanın hareketleri, ses tonları, detaylar belirginleşir ve aşk keşfetmeyi harekete geçiren bitmez bir kaynaktır.

Güvercin Gerdanlığı’nda insan doğasının ve psikolojisinin derinlikli bir tahlilini yaparken, kadının bir tür göz erilliğine sahip olduğunu ve sonsuzu sezebilmede donanımlı olduğu söylenmektedir. İbn-i Hazm’dan tam 600 yıl sonra bir şarkı sözü yazan John Wilbye de :

Sakla, gerçek bir kadın gözünü, onun için… diye seslenmekteydi.

Yazımızın vedasının yaklaştığı anlara geldiğimiz şu satırlarda aşkın kendinden bir vazgeçiş olduğunu ve kendini hatırlamanın aşkın sonu olduğunu söylemeliyiz.

 ‘Sevgililer gittikten sonra, sevenler kendi gönüllerinde gidenleri parlarken görmüşlerdir’. Hatta bunun kendileri olduğunu da çok geçmeden fark etmişlerdir.

Aşk esnasında maşuk da aşığın benliğinin şişkinliklerini, narsizmini törpülemektedir.

İbn Hazm’ın bu durumu ifade eden seslenişiyle bitirelim:
 

“Ey sevgilim! Aşk içimi kemirdi, beni yedi tüketti!
Beni ziyarete gelen gözler benden eser göremiyor artık!”