Sene 1968’in ikinci veya üçüncü ayları idi. 23 Kasım 1965 yılında Manisa Batıkışla’da duhul olduğum 26 aya yakın süren askerliğimi bitirip İzmir’e geldiğim yıllardı. Daha önceleri bu şehirde çok kaldığımı, çalıştığımı var sayarsak neden memleketim Konya’ya değil de tekrar İzmir’e geldiğim biraz anlaşılır kanaatindeyim... O yıllarda tarım henüz gelişmemiş. Gelişmiş olsa bile biz Konya kırsal dağ köylerinin gurbette kazanıp köyüne yatırım yaptığı yıllar olarak kabul edilir zamanlar. Askerliğimin bitimine bir ay kala 45 günlük askeri iznimin 15 gününü kullanıp 30 günü kaldığı için bölük komutanımdan hakkım olan iznimi isteyip teskere mahiyetinde memleketim Konya’ya geldim.Daha 15 gün kadar olmuştu ki; şehre gidip gelen köylülerim elime bir ELT Telgraf kağıdı uzattılar.  Askerlik şubesine gelen “Genelkurmay Başkanlığının şu sayılı emri ile teskereler kapandığından acele birliğine dön; stop.” diyordu. Hemen o gece ana-baba ve kardeşlerime veda edip sabahın erken saatinde bizi Konya’ya getirip götüren açık kamyona bindim, Konya’ya geldim. Acilen 27 liraya (asker olduğum için 3 lira indirimli) bir İzmir otobüs bileti alıp İzmir’e; oradan da aynı gün Manisa Doğukışla’daki Talimgah Taburu Silah Bölüğüne intikal ettim. O gece benim gibi kimi gidip geri dönmüş, kimileri daha günü dolmamış 43 kişi olan tertiplerimi Tabur Komutanımız Yarbay Seydişehirli İbrahim Sandıkçı ile Bölük Komutanımız Üsteğmen Zeki Şık; Talimgah Taburu Piyade Bölüğü 1945’e 5 tertip Çavuş Onbaşı ve erleri tabur binasında topladı: “Arkadaşlar, yavrularım; sizleri kiminiz bugün yarın teskere almayı bekliyorken kiminiz memleketine gitmiş iken tekrar bir emirle birliğe çağırmamızın sebebini tabi ki merak ediyorsunuzdur. (O yıllarda böyle her şeyden haber alınacak bir sosyal medya işi yoktu) Bu Yonan kafirinin kışkırtması ile Kıbrıs’ta Makaryos ve onun canileri kudurmaya başladı. Onun için Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir müdahalesi söz konusu. Gerçi ordumuz Allah’ın izniyle 24 saat içersinde bu işi çözebilecek güçte ama her ihtimal göz önünde olmalı. Onun için sizleri tecrübeli talimgah eğitim kadrosu olarak faydalanmak lüzumu olur diye topladık, emir bekleyin.” dedi. Koğuşlarımıza dağıldık ve uzun bir süre bekledik. Siyasi girişimler, şu-bu derken tam çıkarma yapacağız; 1968 yılının birinci ayının birinci gününe girilecek, gece bir tel emri geldi: Çağrılan askerlerin terhis edilmesi.

Tabii yılbaşının ilk günü, Ramazan Bayramı’nın da ilk günü terhis edildik, İzmir’e geldim. Bir ay kadar iş aradıktan sonra daha önceleri İzmir’in Eşrefpaşa semtinde yıllarca bir içkili lokantada garsonluk yaptığım için o cenahın insanlarından tanıdıklarım vardı. Bir abi, “İsmail, hani Hikmet ile Lütfi beyler vardı. Onlar Eşrefpaşa’ya yakın bir yer olan Bayramyeri semtinde İkiçeşmelik yolunun başlangıcında bir içkili gazino açtılar. Dün ben görüştüm senden bahis geçti. Aman haber ver gelsin, biz İsmail'i tanırız, onun gibi bir elemana ihtiyacımız var. Gelsin bir görüşelim derler. Ne dersin?” dedi. “Olur Ali abi, yarın gideyim.” dedim ve gittim.

Zaten daha önceden müşterimiz idiler, her iki ortağı da iyi tanıyordum. Hikmet bey her zaman olduğu gibi efendi, kibar, takım elbise ve kravatlı idi. Ama Lütfi bey daha spor giyinen, eski İzmir efelerini andıran külhanbeyvari bir tavrı vardı. Aynı öyle buldum onları. Hikmet bey, “İsmailciğim, biliyorsun ben bu işlerin adamı değilim. Ücret konusunu Lütfi beyle görüşün, biz seni takdir ederiz her zaman.” dedi. Neyse, belli bir ücret karşılığı hem çalışanların idarecisi hem de çalışan bir eleman olarak bir nevi şef garson gibi işe başladım. Mekan iki katlı, ön cepheleri üç yol ağzına bakan, üst katın ön balkonu geniş ve havadar, tam yerinde bir mekan; yapımı da modern... Çalışmalarımız devam ediyor, müşteri bol, kazanç iyi, herkes memnun. Ama bir sorun var; pazar günleri bizim işimizin hızlı günü, o semte de pazar kuruluyor. Bizim tam giriş kapımızın önüne bir tavuk satıcısı duruyor, geniş girişimizi tam kapatıyor. Üstüne üstlük kafesleri içindeki tavuklardan öyle bir koku geliyor ki evlere şenlik. Pazar günü sabah saat 10 civarları bizim Lütfi patron tavukçu tezgahının yanına vardı “Bu tezgahın sahibi kim” diye genç, civan gibi olan ve tezgahla ilgilenen gence sordu. Genç belli ki epeyce bu işlerde tecrübeli. Patrona yüzünü bile dönmeden, “Yapıcıoğlu efesi Civan Mustafa’nın” dedi. Lütfi bey yine kibarca; “Bu Mustafa nerde?” derken genç birazdan geleceğini söyledi.

Lütfi çocukla çok muhatap olmadan kenarda bir sandalyeye oturdu bekledi. Bu arada bizim sabah müşterileri de tek tek gelmeye başladılar. Ve daha mekana otururken “Of Lütfi, bu koku nedir yahu, çekilmez. Bir çaresine bak.” diye homurtular başladı. O sırada 40-45’li yaşlarda civan gibi yakışıklı bir bey geldi, tavuk tezgahında çalışanlara emirler verdi. Lütfi bey yanına yaklaştı; “Mustafa bey siz olmalısınız, doğru mu?”

“Evet” dedi pervasızca. “Bakın burası bizim mekanımız, ekmek teknemiz. Bu tezgah buraya yakışmaz, bir başka yer bulun, bunları kaldırın” diye mekanı gösterdi Lutfi bey. Ama adam birden celallendi ve “Ne yani ben tezgahı buradan kaldıracağım, sana zararı var diye öylemi?” “Evet” dedi Lütfi bey, kaşları çatıldı; “Kaldıracaksınnn” diye kükredi. Adam tekrar ukala tavrını sürdürüp “Bana adıla sanıyla Yapıcıoğlu Civan Mustafa derler. Feriştahın gelse buradan beni kaldıramaz” deyince bir patırtı koptu; ortalık toz duman oldu. Onun elemanları tarafından bizim mekanın camları yere indi; onun tavuk tezgahları bizim elemanlar tarafından darmadağın edildi. Emniyet güçleri geldi adamları alıp götürdüler, ortalık sakinleşti. Bizim hasar tespiti yapıldı, camcılar çağrıldı, camlar takıldı; Civan Mustafa’dan kimse kalmadı tezgahlarda, kayboldu gittiler. Bizim bir müşterimiz var; o civara bakan karakolda Başkomiser Kazım Bey. O da sık sık bizim mekana gelip kafasını demler. Arbedenin bir kısmına o da şahit oldu ve bizimkilere bu işi hallederiz zararınızı karşılatırız diyerek kafayı demledi gitti. Biz o gün çok iş yapamadık ama akşama doğru mekan yine eski halinde devam etti. Gece saat onbir, oniki suları bizim elemanlar işlerini bitirip dağılıyordu, ben de günlük hesapları yapıyordum ki dışarıdan gürültüler gelmeye başladı. Çıktık ki ne görelim; Yapıcıoğlu Mustafa’nın oğlu birkaç kendine göre genç bulup mekanın karşısına pusu kurmuş bizden çıkan elemanları sopalarla haşlıyor.

Hemen bizim Lütfi bey patron dışarı çıktı, eline gelen birkaç genci baya aşırı şekilde haşladı; Mustafa’nın oğlunu da kulağından tutup bizim mekana doğru getiriyordu ki ardından birinin büyük bir sopa ile saldırmak üzere olduğunu ben camdan gördüm, fırladım; elimdeki sandalyeyi kafasına vurup yere yıktım. Meğer o civan Mustafa imiş. Ben yine araya girip ortalığı sakinleştirip Mustafa’ya oğlunu teslim ettim gönderecektim ki; Mustafa galiz bir küfürle kükredi; “Bu iş burada bitmeyecek. Daha çok kan akacak, bunu unutmayın” deyip gitti. Ertesi gün karakola yolumuzu kestiler diye dilekçe verip şikâyetçi olduk. Bir gün sonra hepimizi karakola çağırdılar. Bu arada bizim devamlı müşterimiz olan başkomiser bize pek eskisi gibi ilgi göstermiyordu. Aslında bu şikayetimizde gayet haklı idik. Bizi bir odada toplayan genç bir komiser (Polis Koleji mezunu olduğunu sonradan öğrendik) o karakola yeni tayin edilmiş; bizim tanıdık polislikten yetişme başkomiserin de amiri o imiş: “Sizin yolunuzu kesip dövmek isteyenleri yakaladık ama bazı şüphelerimiz var onların olup olmadığından. Şimdi sizlerle yüzleştireceğiz, siz sanıkları teşhis edeceksiniz tamam mı” dedi. Bizi tek tek aldılar odaya. Girip çıkanın suratı kıpkırmızı oluyor, polisler çıkanı başka bir yere götürüyordu. Sıra bana gelmişti; baktım karşımda sıralanmış sekiz, on kişi var. Komiser sertçe “Bak bakalım bunlardan sizin yolunuzu kesip sopa ile saldıran hangileri?” dedi.

Baktım bir tek tavukçu ile oğlunu bildim; şunları tanıdım dedim. Diğerlerini hiç görmemiştim. Meğer yakınlardaki kahveden birkaç delikanlı bulup gelmişler, araya baba ile oğlunu koymuşlar. Şikayet olayının doğru olup olmadığını araştırıyormuş genç komiser. Komiser beni de dışarı çıkardı arkadaşlarımın yanına ve bize hitaben şöyle dedi: “Sizler hepiniz yalan söylüyorsunuz; bir tek şu İsmail Detseli doğru teşhis etti. Diğerlerinin hiç alakası yok olaylarla. Kahvedeki adamı bize suçlu gösteriyorsunuz” deyip yanında bulunan polise, “Patron Lütfi de dahil İsmail Detseli haricindeki hepsini nezarete atın, yarın mahkemeye çıkacaklar yalancı ifadeden” deyince bizim patron Lütfi kükredi: “Böyle bir şey yapamazsınız. Bu kanunlara uygun değil. Ben başka mercilerde hakkımızı aramayı bilirim.”

Deyince polis; “Ya bu işi kapatır emniyeti boşuna meşgul etmezsiniz ya da bundan başka yolu yok bu işin. Burası dağ başı değil; efelik, çakallık burada geçmez. Yok, ben Eşrefpaşa efesiyim yok ben Yapıcıoğlu’nun mırmırıyım. Bunlar bayat eskimiş numaralar. Ne diyorsunuz Efeler” dedi, ses yok. “Hadi bir daha böyle bir şikayet ile karşıma çıkmayın, sonu çok iyi olmaz sizin için” dedi bizleri bıraktı. Sonra da bir daha kimse kimseyi rahatsız etmedi.

Türk polisinin ne kadar akıllı ve ferasetli bir eğitim aldığını, olayları nasıl düşünerek çözdüğünün şahidi olduk. Şimdi olayların hiç içinde olmayan ikinci patronum Hikmet beye gelelim. Hikmet bey böyle olayları hiç yaşamamış bir İzmir beyefendisi. Peki, Lütfi ile nasıl bu işlere girmiş onu da olaylardan sonra ortağı Lütfi Bey ile iş ortaklığını sonlandıran Hikmet beyden dinledim. Ben bu arada ani bir apandisit ameliyatı geçirdim, aylarca çalışamadım işimden oldum. Bu hastalığımda bu mekanın da patronlarımın da çok yakın ilgisini ve maddi yardımlarını gördüm. Allah razı olsun onlardan. Bir gün yine işten ayrılan patronum Hikmet bey beni evine davet etmişti. Hem yemek yedik çay içtik hem de sohbet etme imkanı bulduk. “Hikmet ağabey, Lütfi ağabey ile yaşamlarınız bir hayli farklı. Bu ortaklık nasıl sizi buluşturdu? Bir akrabalık bağınız var mı?”

“Var İsmail. Lütfi beyin babası ile benim babam merhumlar 40 sene İzmir’in meşhur Kemeraltı Caddesinde beraber ortak kumaş tüccarlığı yaptılar. Bizim gençliğimiz babamların yanında geçti ama bunların yaşadığı semt ile bizim yaşadığımız semtler çok değişik bir ortama sahipti. Bizler sosyal gelir düzeyi yüksek bir aile topluluğu içinde yetiştik. Aksine Lütfi beygilin mahallesi daha geniş ailelerin bir arada olduğu, çocuklarının sokaklarda bol oyunlar oynadığı, daha girişken, daha sevgi saygı beslenen bir ortamdı. Ben buların mahallesine geldiğimde kendi mahallemize dönmek istemezdim. Onların yaşamını çok seviyordum. Büyüdük, babamlar her yılın sonunda mağazanın mallarının tek tek yerlerini değiştirir, sayar, tekrar yerlerine yerleştirmek için bir haftadan fazla uğraşırlardı. Yine böyle bir sayım zamanı idi. Bir tezgahın son rafından çıkan kıymetli bir kumaş topunun alt kenarından fare yediğini gördük. Babamı o gün çok düşünceli görmüştüm. Ertesi gün ortağı olan Lütfi beyin babası Osman efendiyi yanına çağırdı, ona dedi ki; ‘Osman efendi biz tam kırk bir yıldır ortağız. Her sene bu temizliği ve sayımı yaparız, böyle bir fare yemesi ile karşılaşmadık değil mi?’ Evet, dedi Osman amca. Babam devam etti: Biz bu ortaklıktan ayrılalım. Sebebi ise biz bilerek veya bilmeyerek ortaklıkta bir yanlış yaptık. Onun için bu fare bu mağazaya girdi. Bunun başka izahı yok. Biz böyle devam edersek sonu pek iyi olmaz. Onun için helalleşelim, ortaklığı bitirelim. Çünkü bu bilinmeyen yanlış kime ait belirsiz. İleride çocuklarımız belki bir ortak iş kurabilirler ama bizim ortaklığımız olmaz dedi, ayrıldılar. Bizim Lütfi kardeşimle arkadaşlık sevgimiz devam etti. Ben devlet memuru oldum, emekli oldum. Lütfi’nin işleri pek iyi değildi, bana bu işi teklif etti; düşünmeden evet dedim. Çünkü onu kırmaktan sakındım. Ama ve var ki ben çok yanlış bir işe girmişim, yanlıştan çabuk döndüm. Maddi zararım oldu ama kimse ile kötü olmadan, kırmadan, kırılmadan işi tatlıya bağladık. Sağ ol, sen de bizim bir sevdiğimiz genç olarak buna yardımcı oldun. Şayet ne zaman dara düşersen elimizden geldiği kadar sana yardımcı olmaya çalışırım.” diyerek durumunu özetledi. Ben sonra bir boya fabrikasında işe girdim. Abi-kardeşlik dostluğumuz devam etti; tâ ki 1968 yılı sonlarına doğru İzmir’den ayrılıp İstanbul’a gidinceye kadar. Daha sonraları mektupla birkaç kez görüştük. 1971’de Konya’ya, köyüme dönünce irtibatımız kesildi. Bu anıyı yazmak yeni aklıma geldi. Yaşam insanlara çok tecrübeler kazandırıyor. Vesselam...