Bu iki yıl içerisinde; RP kapatılacak, Necmettin Erbakan ve arkadaşlarına siyasi yasak getirilecek, kesintisiz eğitimle İmam Hatiplerin önü kesilecek, Kur’an kurslarına kilit vurulacak, başörtüsü, sarık ve cübbe avı başlatılacak, İslamcı medyaya baskınlar yapılacak, meydanlar başörtülülerin ahıyla inleyecek, ordudan kıyım derecesinde ihraçlar yaşanırken hiçbir Fetö’cüye dokunulmayacak, FETÖ’nün bir tane okulu soruşturma dahi geçirmeyecekti. Aynı yıllarda Fethullah Gülen ise ihtişamlı iftar yemekleri, Hilton ve Çırağan davetleri, bu davetlere devlet erkânından sanat dünyasına kadar önemli isimlerin katıldığı haberlerle gündeme gelecekti. Fethullah Gülen’e övgüler yağıyor, işadamları tarafından büyük bir şevkle yardımlar ediliyor, televizyonlar ve gazeteler eskisinden çok daha fazla yer veriyorlardı. Gülen ve cemaati açısından ‘En mutlu çağ’ yaşanıyordu sanki. Taa ki 1999’un ortalarına kadar...
Askeri darbe yanlısı tutumunu bu dönemde de sürdüren Fetullah Gülen, 28 Şubat 1997 postmodern darbe sürecinden hemen sonra dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’e son derece saygılı ve itaatkâr bir mektup yazarak, yapılan müdahalenin çok doğru ve gerekli bir karar olduğundan bahsetmiş, ayrıca örgüte ait tüm okulları kendilerine hemen devredilebileceğini ifade etmiştir. Mektupta şu ifadeler yer alıyordu:
“Genelkurmayımızın çok değerli İkinci Başkanı. Sayın Komutanım.
Son günlerde medyamızda yeniden gündeme gelen ve yanlışlıkla ismimle birlikte anılan okullarla ilgili olarak, şu birkaç satırla huzurlarınızı işgal edeceğim için yüksek af ve hoşgörünüze sığınıyorum. 'Yanlışlıkla ismimle birlikte anılan okullar' ifadesini kullandım. Bir defa, bizzat Atatürk gibi, bir enkazın üzerinde büyük bir devlet kurmuş askerî, siyasî ve idarî bir dâhî bile, 'Benim nâçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhûriyeti, ilelebed pâyidâr kalacaktır' derken, vatan, millet ve ülkeye hizmet aşkı tıpkı İstiklâl Harbimiz yıllarında olduğu gibi şahlanan insanımızın ortaya koyduğu bir hizmetin, benim gibi, ne askerî, ne idarî, ne siyasî hiçbir dehası bulunmayan ve 'nâçiz vücudu toprak olup gidecek' aciz bir insana mal edilmesi, o insanların hizmet, aşk ve şevklerinin ve gayretlerinin mahsûlünü gasp etmek manâsına geleceği için, 'yanlışlıkla ismimle birlikte anılan okullar' dedim.
Böyle başlayan mektup şöyle sona eriyor.
“Tamamen Türk eğitim sistemine bağlı olarak faaliyet gösteren bu okullarda eğer, Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik, bağımsız ve sosyal bir hukuk devleti özelliğinin aksine bir faaliyet varsa, devletimizden önce ben, bu okulların açılmasını teşvik etmiş biri olarak kapatılmalarını teşvik ederim.
Eğer, bazılarının iddia ettiği gibi, bu okullarda herhangi bir dış ülkeden veya ülkemize düşman kuruluşlardan alınmış tek kuruşluk destek varsa, zaten hastalıklarla sonuna gelmiş hayatımı bizzat kendi ellerimle noktalarım. Bununla birlikte, devletimiz, zaten kendisinin olan bu okulları dilediği zaman devralabilir.
Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama vazifesini deruhte etmiş şanlı ve kahraman ordumuzun seçkin ve şerefli bir mensubu ve Genel Kurmayımız’ın İkinci Başkanı olarak, ne zaman, nerede ve ne şekilde arzu buyurursanız bu okulları şereflendirebilir ve her türlü teftişi yapabilirsiniz.
Böyle bir mektupla kıymetli vakitlerinizi işgal etme sû-i edebinde bulunduğum için tekrar özür diler, yeni yılda sıhhat ve afiyet dileklerimle birlikte, en derin saygılarımın kabûlünü arzederim efendim.”
Her ne kadar Fetullah Gülen 1999 yılında ABD’ye kaçmış olmasından dolayı 28 Şubat sürecinin mağduru gibi görünmeye çalışsa ve örgütünce bu şekilde bir algı yaratılmaya çalışılsa da, geriye dönüp bakıldığında 28 Şubat sürecinin Türkiye'deki en büyük kazananının Fetullah Gülen ve örgütü olduğu kesindir.
1997 yılında sağlık sorunlarını bahane ederek ABD’ye gidip dönmüş olan Fetullah Gülen’in dönemin Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral ve Yardımcısı Osman Ak tarafından hazırlanan “Fetullah Gülen grubunun devlet içindeki yapılanması ve amaçları” konulu raporun 15.03.1999 tarihinde EGM İstihbarat Daire Başkanlığına gönderilmesinden hemen birkaç gün sonra Türkiye’den ayrılması oldukça dikkat çekicidir. Gülen örgütü hakkında hazırlanan ilk resmi rapor olan ve yazıldığı dönem ve konjonktür göz önüne alındığında oldukça detaylı ve isabetli bilgi ve tespitlerin bulunduğu rapor uzun bir alıntıyı hak etmektedir. Raporda şu ifadeler yer almaktadır:
‘’Belki silahlı bir cemiyetten söz etmek şimdilik mümkün değildir. Ancak, ele geçirmeyi hedeflediği devlet kurumlarından bazıları dikkate alındığında, hedefi top yekûn ele geçirme şeklinde ve bu kurumların yöneticilerinin Işık evlerinde yetişen mensupları tarafından işgal edilmesiyle mümkün olacağı gerçeği kendi deyimleri ile itiraf edilmiş bir suç olarak karşımızdadır.
Yeterli bir din eğitimine ve bilgisine sahip olduğu kuşkuludur. İtikatlı inanan insanları etkilemeyi bilecek noktaları iyi keşfetmiş, üstün bir zekâ sahibi olduğu söylenmektedir. Fetullah Gülen'in âlim olmayı gerektirmeyen dini hikâyeleri, ıstırap yüklü ses tonu eşliğinde sohbetlerinde gözyaşı suyu ile kişilerin manevi alanlarına nüfuz edecek şekilde anlatan ve istediği yöne sevk etmeyi başarmış olduğu konusunda yaygın bir kanaat vardır. Fetullah Gülen'in din dışına çıkarak eğitim dünyasında, basında, ticari sahada, para piyasasında, ordu ve polis içinde örgütlenme gibi yoğun faaliyetlerini ilmi masumiyet kisvesi ile izah etmek artık mümkün değildir. Türkiye kamuoyu Fetullah Gülen ve bağlılarının ne yapmak istedikleri yönünde değil derinliğine yüzeysel bilgiye bile sahip değildir. Ne kendisi, ne cemaati, ne iç ve dış organizasyon derinlikleri, ne hedeflerinin boyutu ve ilişkileri milli menfaatlerin neresinde yer almakta oldukları tam olarak anlaşılamamaktadır. Kendisini ve cemaatini sürekli kendisi anlattığı için, kendi hareketi ile ilgili bazen diğer hareketlerin veya tarikatların mukayesesini halka bırakarak konuyu efsunlamış, toplum görülmesi gerekeni değil kendisinin göstermek istediğini görmek ile yetinmiştir. İmaj değişiklikleri yapacak kadar uyanık ve dikkatli davranmayı başarmıştır… Fetullah Gülen mensupları arasında tedbir olarak adlandırılan ilişkilerinde ve düşüncelerin aktarılmasında kullanılan takiyye sanatının gelmiş geçmiş en önemli uygulayıcılarından biridir. Kendini “kıtmir” (kıtmir, Türkçe’de, köpek, it, zağar anlamına gelir) olarak gösterebilecek kadar tevazu sahibi, hakikaten Allah dostu bir er kişi gibi gösterme sanatında mahirdir. “Müslüman, gerektiğinde Allah'ı bile inkâr edebilir” diyecek kadar takiyyede ilerlemiştir…Fetullah Gülen dedeleri ile ilgili anlatımları gibi anne ve babasıyla ilgili anlatımlarında da bariz çelişkiler içerisinde bulunmaktadır. Ailesini mitolojik bir olayın kahramanları olarak tasvir etmekte, daha sonra yine kendi anlatımları ile sıradan bir insan oldukları anlaşılmaktadır… Fetullah Gülen “Küçük Dünyam” isimli kitapta “ciddi şekilde bütünüyle iki sene okudum”, ifadesine yer verip, ayrıca “talebeliğimin hepsini toplasanız iki sene ancak yapar” demektedir. İslamiyet yarım yamalak bir iki yıllık eğitimle hoca sıfatı alıp kürsülere çıkma hafifliğini kaldıramayacak güce ve o nispette de sorumluluk gerektiren bir dindir. Fetullah Gülen'in açıklayamayacağı çok gizli ve çok önemli bir görevi ve hedefi vardır. Fetullah Gülen tarikatçı olmadığını, hiçbir tarikata intisabı olmadığı gibi hiçbir münasebetim de olmadı demiştir… Fetullah Gülen grubu çok disiplinli bir teşkilatlanma ve sıkı bir hiyerarşi altındadır. Bu iddiaların dile getirilmesi üzerine verdiği cevapta “devlete alternatif örgüt teşkili bir fitnecilik, bozgunculuk demektir. Böylesi bozgunculuk ve fitneden en çok kaçınan ve istikrarı en fazla müdafaa eden birisiyim” diyerek cevap vermiştir. Altın Nesil Yetiştirme gibi müphem bir iddia peşinde bir adam ve bunun yanı sıra bir tarikat, bir örgüt hatta cemaat olduklarını gizleme çabası içerisinde olan insanlar durmaktadır…”.
Raporun şu cümleleri özellikle dikkat çekici niteliktedir: “…Fetullah Gülen, gençlere yönelip onlarla birlikte ülkeyi çok tehlikeli mecralara sürükleyebileceği endişesi nihai sonuç olacaktır. Açık bir örgütsel modelde nasıl bir gizli hedefe doğru gitmekte olduğunu eklektik felsefe anlayışı ile dini fenomenleri kullanan bir tarikat liderinin fark edilmemesi ülkemiz yönünden oldukça acıdır.”
2000’li Yıllar (Paralel Devlet Aşaması)
Kurulduğundan beri her zaman iktidarın, güçlünün ve kazananın yanında saf tutmaya çalışan FETÖ, bu dönemde de 2002 genel seçimlerinden tartışmasız bir zaferle çıkan AK Parti’ye yakın bir görüntü vermeye özen göstermiştir.
Örgütün otuz yıllık çalışmaları neticesinde eriştiği güç sayesinde 2000’li yılların bu döneminde önceki dönemlere kıyasla daha muktedir olduğu değerlendirilmektedir. Zira bu dönem, 30 yılı aşan devlet kadrolarına yerleşme sürecinin tekemmül etmek ve semerelerini vermek üzere olduğu, ordu ve emniyet dışındaki HSYK, Yargıtay, TÜBİTAK gibi kritik ve stratejik yerlerde de son ve büyük kadrolaşma harekâtının hazırlıklarının yapılıp sonuçlarının alındığı dönemdir. Aynı zamanda bu dönem, örgütün ekonomik ve istihbari gücünün, insan kaynaklarının, yurtiçi ve yurtdışı ağının zirveye ulaştığı ve gerek kamu gerekse özel sektörlerde nüfuz ve hatta hakimiyetin sağlandığı dönem olmuştur.
Örgütün 1970’li yıllarda attığı tohumlar 1980’li yıllarda patlayıp filizlenmeye ve hızla yeşermeye başlamış, 1990’lı yıllarda dal budak salmış, 2000’li yıllarda hedeflenen her alanı sarmış ve örgüt Altın Nesil’in “Altın Vuruşu” için hazır hale gelmiştir.
Bu dönemin başında -2000 yılında- DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel tarafından Fetullah Gülen ve yapılanması hakkında “Fethullahçı Terör Örgütü” ismiyle bir dava açılmış olmasına rağmen, Bülent Ecevit Başbakanlığındaki koalisyon hükümetinin çıkardığı 4616 sayılı Kanun kapsamında kalmış ve bu sayede Fetullah Gülen bu davadan ceza almadan kurtulmuştur.
Fetullah Gülen'in mahkûm olduğu ikinci bir dava yine Başbakan Bülent Ecevit'in çıkardığı af kanunu ile düşmüştür. Aynı hükümet döneminde ağır cezalar almaktan iki kez Başbakan Ecevit’in erteleme-af düzenlemeleriyle kurtarılmış olması, Fetullah Gülen’in ileriki zamanlarda “ahirette ilk olarak Ecevit’e şefaat edeceği” yönündeki sözlerinin ve ona karşı öteden beri takındığı sıcak ve olumlu tavrının sonraki yıllarda da aynen devam etmesinin sebebini ortaya koymaktadır.
Diğer yandan, Fetullah Gülen yıllar sonra yaptığı kimi açıklamalarda “2000 yılındaki bu iddianame hazırlanırken ne yaptılarsa hepsinden haberinin olduğunu” söylemektedir. Bu ifade, Gülen’in kendisine ve örgütüne yönelik olası girişimlere aba altından sopa gösterdiği üstü kapalı bir tehdit olduğu gibi, örgütün henüz o dönem itibariyle dahi güçlü ve derin bir istihbari ağa eriştiğinin ifadesidir.
Örgüt bu dönemde de kitlesel algı yönetimi ve halkla ilişkiler çalışmalarını artırarak sürdürmüştür. 2003 yılında düzenlenen ve sonraki yıllarda düzenli olarak tertiplenen “Türkçe Olimpiyatları” organizasyonunda, dünyanın değişik bölgelerinden gelen öğrencilerin Türk halkının gönüllerinde yer etmiş şarkıları seslendirmeleri, “hizmet hareketi” olarak adlandırılan bu yapılanma hakkındaki mevcut olumlu algıyı pekiştiren unsurlardan olmuştur. Gülen, Türkçe Olimpiyatları faaliyetini toplum nezdinde yüceltmek için olimpiyatlara Peygamberimizin de geldiği hezeyanını ileri sürmekten çekinmemiştir.
Dinler Arası Diyalog faaliyetleri de bu dönemde hız kesmemiş ve artarak devam etmiştir. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının organizasyonuyla 2000 yılında Şanlıurfa-Harran’da “Dinler Arası Diyalog” toplantısı yapılmıştır. İslam’ın yanı sıra Hıristiyanlığın da hak din olduğu fikrini geniş kitlelere duyurabilmek için bir Müslüman kadın ile Hıristiyan erkeğin müftü, papaz ve haham karşısında nikâhı kıyılmış, Hz. İbrahim’in mekânında kıyılan bu nikâh ile ilgili olarak Zaman Gazetesinde “Diyalogdan Düğüne” başlığı ile 15 Nisan 2000 tarihinde haber yapılmıştır. Hemen arkasından Mardin’de Kasımiye Medresesinde bir toplantı yapılmış, bu toplantıya papaz ve hahamlar da katılmıştır. Sembolik olarak Sırat Köprüsü kurulmuş, toplantıda üç din temsilcisi de bu köprü üzerinden konuşmalar yapmışlar ve Sırattan geçerek temsili Cennete ulaşmışlardır. Burada verilen mesaj Hiristiyan ve Yahudilerinde Cennete gireceği mesajıdır.
Örgüt bu dönemde uluslararası bağlantılarını okulları üzerinden daha da geliştirmiş ve 160 ülkeyi kapsayan dev bir güç oluşturmuştur. Özellikle ABD ile ilişkilerine her zamankinden de özel bir önem vermiştir. Zira ABD’deki örgüt okullarının sayısı bu dönemde hızla artmıştır. Bu nedenle üst düzey yetkililerle yakın ilişkiler geliştirilmesi için hiçbir masraftan kaçınılmamış, seçim bağışlarında vs. bulunulmuştur. Örneğin, FETÖ’nün 2007 yılı itibarıyla İstanbul İl İmamı olan ve akabinde Kenya Ülke Sorumlusu olarak atanan Ahmet Kara, Barack Obama’nın başkanlık yemin törenine davet edilen şahıslar arasında yer almıştır. Söz konusu davet, B. Obama’nın başkan adayı olmasıyla birlikte, Ahmet Kara’nın Fetullah Gülen’in talimatı doğrultusunda, Obama’nın Kenya’da yaşayan ailesiyle ilgilenmesi, akrabalarının çocuklarını gruba ait okula ücretsiz kabul etmesi ve aile fertleriyle iyi ilişkiler tesis etmesinin sonucu olarak gerçekleşmiştir.
Bu dönemde örgüt ekonomik gücünü makro ölçekte kurumsallaştırmaya yönelik adımlar atmıştır. 2005 yılında Fetullah Gülen'in talimatıyla, Gülen’e bağlı iş adamlarını tek çatı altında bir araya getiren Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) kurulmuştur. İlerleyen süreçte TUSKON dev bir yapıya dönüşmüş ve kendisine bağlı 7 federasyon ve bunlara bağlı 211 üye dernekle faaliyet gösterir hale gelmiştir. Üye iş adamı ve girişimci sayısı 2014 yılı itibarıyla 55.000 civarına erişmiştir.
Bu dönemin ikinci yarısında örgüt, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a ve onun şahsında AK Parti Hükümetine karşı gizli bir mücadele başlatmıştır. Ankara Çatı İddianamesindeki tanık ifadelerinde AK Parti Hükümetini devirmeye yönelik operasyonların 2009 yılında istihbari çalışmalarla örgüt tarafından başlatıldığı, MİT, emniyet ve jandarmadaki bilgi akışını sağlayan elemanların parti ayırt etmeden bilgi toplamaya başladığı, kişilerin özel hayatları, mali ilişkilerinin tespit edildiği, hükümete yakın olduğu bilinen şirket ve holdinglerin mercek altına alındığı yönünde bilgiler yer almaktadır.
2010’lu Yıllar (Gizli Hedefleri İfşa Dönemi)
Bu dönem örgütün Recep Tayyip Erdoğan’a ve onun şahsında AK Parti hükümetlerine karşı başlattığı gizli mücadelenin açığa çıktığı dönemdir. 7 Şubat 2012 tarihli MİT Müsteşarının ifadeye çağrılması hadisesi ve 17-25 Aralık yargı darbesi teşebbüsleri iktidarı devirmeye yönelik saldırı operasyonları öncesindeki hazırlık süreci olarak değerlendirilmektedir. Zira örgüt dershanelerin kapatılmasının kesin olarak kararlaştırıldığını ve Başbakan’ın o dönemdeki açıklamalarıyla bu konuda geri dönüşün de mümkün olmadığını anlayana kadar çeşitli yollarla hükümeti yer yer ikaz etmeyi ve hatta medyası yoluyla aba altından sopa göstermeyi yeğlemiş, dershanelerin kapatılması konusunda geri dönüşün mümkün olmadığını anladığında ise iktidarı devirmeye yönelik saldırı operasyonları için hazırlıklara başlamıştır.
Bu dönemde örgütünün 17-25 Aralık yargı darbesi teşebbüsü sürecinde başarısız olup, deşifre olmuş ve suçüstü yakalanmış halde adalet karşısına çıkarılmaya başlaması Fetullah Gülen’i dış güçleri açıkça yardıma çağırır hale getirmiştir. Örneğin, 17.11.2015 tarihinde sarf ettiği “Avrupa Birliği olmasa, NATO olmasa, bazı süper güçlerin birliği olmasa cemaatin faili meçhullerle zift kuyularına atılarak, öldürülerek örtbas edilip şeytani baskı uygulanacağı” yönündeki sözleri bozgun psikolojini gözler önüne sermektedir. Gülen’in dış güçlere yönelik bu gibi açıklamaları ve örtülü çağrılarıyla, 19.01.2014 tarihinde MİT tırlarının durdurulması olayı birlikte değerlendirilmelidir. Gülen Türkiye’yi uluslararası kamuoyu nezdinde terör destekçisi bir ülke olarak gösterme çabalarının karşılığında korunduklarını ifade etmektedir.
Diğer yandan Fetullah Gülen 21.12.2015 tarihli konuşmasında “Dimdik durursunuz, Türkiye'nin çınarları gibi. Müminin kendisine zulmeden birisinin işini kolaylaştırması Allah'a karşı terbiyesizliktir” diyerek örgütü hakkındaki adli ve idari süreçlerde ilgili mercilerin işlemlerinin zorlaştırılmasını ve örgüt mensuplarının kolayca teslim olmamasını telkin etmiştir.
Bu süreçte Gülen görüntülü konuşmalarında; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve yetkililer hakkında “Yezit, Karun, Nemrut, Firavun” gibi tanımlamalarla hakaret ettiği, yine kamu görevlilerini tehdit ettiği, FETÖ mensuplarına yönelik hukuki takibat neticesinde gözaltına alınan ve tutuklananlara asla birbirlerinden ayrılmamalarını, herhangi bir itirafta bulunmamalarını, sabretmelerini telkin ettiği, cezaevinde bulunanlar için basın açıklaması, yürüyüş, internet sitelerinde ve gazetelerde haber yapılması gibi eylemlerin yapılmasını, örgüt elemanlarına karşı yapılan operasyonların ve bu operasyonlarda görev alanlardan bir gün mutlaka hesap sorulacağı şeklinde tehditler savurduğu ve örgüt elemanlarına talimatlar verdiği görülmektedir.
Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) 15 Temmuz darbe girişimi gecesi Sabiha Gökçen Havalimanının ele geçirilmesi teşebbüsüne ilişkin hazırlanan iddianamede, örgütün 12 Eylül askeri ve 28 Şubat 1997 postmodern darbelerinden zarar görmeyip, daha da güçlenerek devlet yapısını ele geçirdiği ve siyasete doğrudan müdahale edecek korkunç bir dev haline geldiği belirtildi.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosunca hazırlanan ve gönderildiği İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesince kabul edilen 189 sayfalık iddianamede, Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması'nın (FETÖ/PDY) dilinde, askeri harp okulları, GATA, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), polis kolejleri, Adalet Akademisi, yargı kurumları, Emniyet Genel Müdürlüğü, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), TİB, ÖSYM, TÜBİTAK gibi kuruluşlara "özel kurumlar" denildiği belirtilerek, silah bulunduran TSK, emniyet ve MİT'in "özel mahrem yerler" olarak adlandırıldığı kaydedildi.
Takiyeye 'tedbir' denildi
İddianamede, "Fetullah Gülen, soruşturma ve tatbikata uğramamak ve zarar görmemek için kendince bir görüş geliştirerek, yalan söylemeyi, inandığı ve olduğundan farklı görünmeyi, yaptığı bir işi başkasına yüklemeyi, dini emir ve yasaklarla kendini bağlı saymamayı, hukuku dolanmayı, ahlaki kural kabul etmemeyi çevresine öğreterek adına tedbir (takiye) demiştir" ifadesi kullanılarak, örgütün işlediği her günah veya kusurun, ayıbın, suçun kılıfına "tedbir" denildiği dile getirildi.
Örgüt bünyesinde namaz kılmamak, oruç tutmamak, top sakal bırakmak, küpe takmak, tesettür giyinmemek, dini bir gruptan olduğu imajını verecek her türlü hareket ve davranıştan uzak durmak, kendini milliyetçi, sosyal demokrat gibi göstermek, eğer sıkışılmışsa diğer dindar kişileri 'Fetullahçı' diyerek ihbar edip ceza almalarını sağlamak, hem Fetullahçı olduğunu gizlemek hem de itimat sağlamanın hep "tedbir" adıyla meşrulaştırıldığı aktarılan iddianamede, şu ifadeler yer aldı:
"Örgütün ortaya çıktığı 1970'li yıllardan günümüze, ülkemizin siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlarından kaynaklı olarak zaman zaman kaos ortamları içerisinde olması, örgüt açısından bulunmaz nimet olmuş, düşük veya orta gelirli bir aileye mensup birisinin, ailesinin kendisine sunamayacağı, yapamayacağı veya yerine getirmekte zorlanacağı her türlü imkanların hedef için seferber edilmesi, 'ikram' yönetimini muazzam ölçüde etkili hale getirmiştir." (Devam edecek)