EY İNSAN, NEREYE GİDİYORSUN?

Abone Ol

Ağabeyimin ilkokul kitaplarından biriydi, “Tabiat Bilgisi” olabilir. Bir resim vardı, hiç unutmam: Bir adam, saç sakal birbirine karışmış. Çıplak teninin az bir kısmı hayvan postu ile örtülmüş. Korku dolu gözlerle bakıyor karşısındaki hayvanlara. Yerde dinazor türünün bilumum üyeleri, devasa ağaçlar arasından başlarını uzatmışlar, bizim gariban insanı yuttular yutacaklar. Gökyüzündeki kara bulutlar yere doğru ağmış, şimşekler çakıyor, üstüne üstlük bir tane de teruzor dolanıp duruyor tepede.

***

Eski çağ insanının bu savunmasız haline yıllar yılı acıdım durdum. Zavallının hiç değilse şeklini şemailini düzeltecek bir tıraş takımı, çıplaklığını örtecek bir elbisesi, karanlığını aydınlatacak elektriği, o koca koca hayvanları başından savacak bir silahı yoktu. Hayata adeta pamuk ipliği ile tutunmuştu. Ne ipliği yahu, iplikteki bir lifle desek daha doğru.

***

Oysa biz, modern çağın insanları, bu korkuların neredeyse tamamından azade, tabiri caizse bir elimiz yağda diğer elimiz balda yaşıyorduk. O ürkütücü resimdeki hayvanların küçültülmüş fotokopileri bile olamayacak yırtıcı hayvanları ancak hayatımızda bir, bilemedin iki defa gidebileceğimiz hayvanat bahçelerinde görebilirdik. Şimdi çok şükür(!!!) televizyonlardaki belgeseller sayesinde yırtıcı hayvanların hayatlarının her ayrıntısını izleyebiliyoruz.

Bu izlemeye, savunmasız geyikleri, yabani sığırları nasıl tuzağa düşürdükleri, nasıl yakalayıp yedikleri de dahil. Kurban bayramlarında çocuklar kesim anlarını görüyor, ruh hastası oluyor diye kıyameti kopartıp kurban kesimini yasaklatmaya çalışanların bu sahneleri çekenler, yayanlar ve yayınlayanlar hakkında tek kelime etmemelerini nasıl isimlendirebileceğimizi siz değerli okuyucularımın takdirine bırakıyorum.

Bu izlemeye, söz konusu hayvanların, af buyurun, cinsel hayatları da dahil. Doğrusu, bilimsel amaçlarla hayvan hayatının incelenmesine hiçbir itirazım olamaz. Ama siz bunu her gün çoluk çocuğun izlemesine açık mecralarda yayınlarsanız bunun adı izleme olmaktan çıkar, “dikizleme” adı verilen, en azından bir kısmı patolojik bir duruma dönüşür.   

***

Vakta ki viroloji “virüs bilimi yani”, adında bir ders okudum, eski çağ insanının haline acımaya son verdim. Nedeni, halin acınası olmamasından ziyade, biz modern çağın insanlarının da onlardan daha iyi durumda olmadığını idrak etmem. Öyle virüsler var ki insanın ne ilaçlarla ne de başka bir mekanizmayla bunlarla başa çıkabilmesi mümkün değil. Bir kere bunların canlı mı ölü mü olduğu belli değil. Ortamına göre canlı kategorsine giriyorlar, ortamına göre ölü kategorisine. Tam diyorsunuz ki işte falan virüs türünün işini bitirecek bir ilaç ya da aşı buldum, bakıyorsunuz o ilaç ya da aşıya direnç geliştirmiş veya virüsün türü farklılaşmış. Bırakın AİDS'e yol açan HİV virüsünü falan bildiğimiz grip virüsü bile, biz modern çağın insanlarını dinazorlar, teruzorlar, karanlıklar, fırtınalar, şimşekler karşısındaki eski çağ insanı kadar korkutuyor, aciz bırakıyor. Aldığımız tedbirler, bulduğumuz ilaçlar bir süre sonra yeni sorunlara, yeni salgınlara kapı aralıyor.

***

Bu yazıda aktarmaya çalıştığım bakış açısıyla bakıldığında, karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeler de, onlara karşı mücadele yöntemlerimiz de ne yazık ki tarih içinde büyük ilerlemeler kaydetmemiş görünmüyor mu? İnsanoğlu bunca varta atlattıktan, bunca birbirinin kanını döktükten, emeğini sömürdükten sonra en azından maddi düzlemde bir arpa boyu bile yol almamışsa, o zaman sormak gerekmez mi: “Ey insan, nereye gidiyorsun?”

Gittiğin yol yanlışsa, doğru hedefe varman asla mümkün olmaz.

***

Bu dünya yapıp ettiklerimizin yankılanıp bize döneceği bir dağdır. (Mevlana)