Ebem (babaannem) Emine UYSAL tipik bir yörük kadınıydı. Oba içindeki lakabı “ Emiş aba” idi.

Evlenmek için dedemi kendisi seçmişti. Yörük kızlarının evlenmek istedikleri delikanlıları seçme şansları vardı. Yaylaya göç sırasında dereleri geçerken obanın delikanlıları beğendikleri kızları atlarının terkisine alırlar ve suyu geçirirlermiş. Genç kızlar kimin atına binerse evlenmek istedikleri kişiyi belli etmiş olurlarmış. Bu amaçla ebeme birkaç genç birden yanaşmış ama o uzaktaki uzun boylu, sarışın, mavi gözlü, “Sarı Ahmet” lakaplı dedemi işaret ederek, “ben onun atına bineceğim” demiş.

Böylelikle 1.50 metre boyundaki babaannem obanın en uzun boylu delikanlısıyla evlenmiş. Toplam 13 çocuk doğurmuş. İkisi kız onbiri erkek. Kızlardan birisi daha 3 yaşında iken hastalanıp ölmüş. Daha sonra adını bana vermişler. Diğer kız Ayşe ise 18 yaşına kadar yaşamış. Çok ferasetli, becerikli ve düşünceli imiş. Dikkat çeken ve sevilen birisiymiş. Babaannem “ hastalıktan değil nazardan öldü “ derdi hep. Evin tek kızı ve ebemin tek yardımcısı idi. Onun adını da ablama vermişler. Uysal’larda kız çocukları azdır. O nedenle de çok kıymetlidir. Ayşe halamı istemeye gelenleri dedem tüfeğiyle karşılar ve kızını kimseye vermeyeceğini söylermiş. Kimsenin kızını istemesini istemezmiş. Kimbilir belki de Allah cc’ a ulu varmıştır sözleri. Bilemiyoruz.

Dedem uzun yıllar muhtarlık yapmış. Aile zaten kalabalık ayrıca yedi köyün merkezi gibi olan Dağpazarı köyüne ve tabi muhtar evine gelen geçen memurlar ve yolculardan çok sık misafir gelirmiş.

Dahası en sondan üçüncü sırada olan Bilal amcam çocuk felcinden dolayı ileri derecede engelli idi ve her türlü bakımını babaannem yapmak zorundaydı. Dedem bu konuda ona pek yardımcı olamıyordu. Köyde ekmek dahil her şeyin imali kadın eline bakmaktaydı. Zavallı babaannem ev işlerinden çok muzdaripti. Bu yüzden köylüler hem iş öğrensinler hem de Emiş abaya yardım etsinler diye kız çocuklarını babaanneme gönderirlermiş. Evimiz hem otel, hem yemekhane, hem muhtarlık hem de okul konumundaymış. Gerek babaannem gerekse dedem çocuklara iş öğretme konusunda çok başarılıydılar. Cesaret verici ve anlayışlıydılar. Sevgi ile yaklaştıkları için sonuçta çok da etkiliydiler.

Benden 3 yaş büyük abim ilkokul yıllarında oldukça haşarı idi. Mahallede birkaç yaramaz çocuğa takılıp yapmadık zarar bırakmamıştı. Babam ise hep onu kötülüyor ve sonuçta düzelen bir şey olmuyordu. Dedem araya girerek “Onu bana gönder. Bir yıl benim yanımda okusun.” dedi. O zaman dedem Çumra’ da ikamet ediyordu.

Bir yıl sonunda abimi görünce hepimiz şaşkınlık geçirdik. O haşarı ve söz dinlemeyen çocuk gitmiş, efendi mi efendi, namazını kılan, okulda da çok başarılı bir delikanlı gelmişti yerine. Bu da sevginin ve anlayışın zaferiydi. Onlar okul görmemişler ama hayatta gereken her davranışla ilgili temel prensipleri çok güzel edinmişlerdi.

Bana yufka açmasını öğretirken ikisi iki taraftan “ Sen hamurdan korkma,

hamur senden korksun” diyorlardı.

Haklı değiller mi?

Bir gün babaannem benden domates arkına akan suyun yönünü değiştirmemi istedi. Ben oraya giderken tarlanın ortasında paramparça bir gazete sayfası görmüşüm ve çömelip uzun süre onu okumaya dalmışım. Arkın suyu çoktan taşıyor. Ebem bunu görünce “ Aman uşaklar, ben size; okuyan çocuktan fayda gelmez demiyor muyum? ” diye öykünüyor.

Babaannem havalar biraz ısınınca hemen dağın eteğine çadır kurar ve orada yaşamaya başlar bunu hiç geciktirmezmiş. Bir gün dağda ardıç dallarına asıla asıla kendi kendine doğum yapmış. Göbek bağını kayalarla kesmiş. Bebeği çadıra getirip uyutmuş. Çadırın biraz ilerisinde çamaşır yıkarken köpeğin ağzında bir et parçası görmüş. Köpek bebeği yedi sanarak çok korkmuş. Hemen gidip çadırı kontrol etmiş. Neyse ki bebek hayattaymış.

Şöyle bir bakınca ne zor bir hayatmış yaşadıkları. Bundan olsa gerek; 1960’ lı yıllarda amcalarım Almanya’ ya gidip gitmemeyi düşünürlerken son noktayı kararlı tutumuyla ebem koymuş: “Gurbet yokluktan zor değil” diyerek.

5 yaşıma kadar babaannem ve dedemle yaşadım. Daha sonraları da yaz tatilinde yanlarına giderdik. Hayatla bağlarının kuvvetli oluşu ve sağlam karakterleri nedeniyle olsa gerek o yıllara ait en güzel anılarım onlarla birlikte olanlardır. Toros dağlarının yamaçlarında, kapısı bile olmayan çardak ve çadırlarda insanın kendini bu kadar mutlu ve güvende hissetmesi başka ne ile sağlanabilir?

Belki imkanlar yok ama sağlam, güvenilen aile yapısı varmış. Sadece bizim ailemizde değil tüm Yörük-Türkmen ailelerinde sevgi, saygı ile birlikte anılırmış. Büyükler küçüklere sevgi, küçükler büyüklere saygı gösterirmiş. Nasıl güzel bir denklem kurulmuş Türk töresinde!

Ne zaman o denklem bozulmuş, her şeyimiz bozulmaya başlamış.

Tekrar oluşturulabilir mi?

Bir hayli zor olsa gerek.

Belki imkansız değildir.

Sizce?