Tarım toplumundan, endüstri 4.0’ kadar. Şimdilerde endüstri 5.0’ın ayak sesleri geliyor.

Dünya düzenleri; tarım toplumu, kapitalist toplum, sosyalizm, komünizm, karma ekonomi gibi, üretim süreçlerini kontrol mekanizmalarına göre belirli dönemlerde adlandırılmış sistemlerle yönetim biçimleri oluşmuş.

Her biri diğerine göre tepkisel ve daha adil yaşamları üreteceklerini ileri sürmüşler.  Dinler, aşiretler de farklı boyutlarda yönetim biçimlerini etkilemişler.

Gelişmiş, gelişmekte ve üçüncü dünya ülkeleri diye küresel ekonomi toplumlarını sınıflandırmışlar.
Bunların içinde uygarlığı temsil eden gelişmiş olarak tanımlanan ülkeler meydana çıkmış.

Gelişmiş toplumluların ideal düzenler olduğu da uzun süre kabul edildi. Hatta uygarlığın standartları da bu ülkelerin standartları olarak kabul edildi.

Yani onlara uygun olan her şey iyi,  uymayan her şey kötü kabul edilir oldu.

Peki, neden  %1 nüfus % 99 ekonomik gücü temsil eder hale geldi?

Demokrasi ve bu düzenler neden toplumların refahını düzeltmedi?

Bu soruların cevabını hep merak etmişimdir. Sorguladım ve rahatsız oldum.
Toplumsal refah gerçekten düzelemez miydi?

Dedikleri gibi herkes zengin olursa kim çalışacak sorusu doğru bir soru muydu?

Yoksa refah düzeyi yüksek herkes çalışamaz mıydı?

Çalışmak ikinci sınıf bir görev miydi?

Birinci sınıfta yaşayan insanlar gerçekten birinci sınıfın yeterliliğine sahip miydi?

Yani zenginlik arttıkça insanlık neden artmıyordu o zaman?

Yoksa refah yayılsa, insanlığı temsil eden ahlak, edep ve meziyetler de toplumun geniş bir bölümüne dağılsa kimlerin düzeni bozulurdu?

Yoksa bu düzeni bozulacaklar kendi güçlerinin sürekliliğini sağlamak için; kapitalizm, sosyalizm, dinler, liberalizm, karma ekonomi ve demokrasi gibi sistemleri kontrol altında mı tutuyorlardı?

Eğer böyle ise halkın arasındaki sistem, düşünce ve inanç mücadeleleri onların varlığını güvence altına almak için çıkarılmış meşguliyetler mi?

Normal bir vatandaş çocuklarını yetiştirirken amaç edindiği yaşam; iyi bir meslek, karnını doyursun kimseye muhtaç olmadan sosyal yaşama sahip olsun hedefi iken;

En üstekilerin çocukları yetiştirilirken; dünya nasıl yönetilir?  Kaynakları nasıl kontrol edebiliriz? İnsanları nasıl yönlendirebiliriz? Devlet başkanlarını ve toplumlarını hedeflerimiz doğrultusunda nasıl ikna edebiliriz sorularının cevabı arama gösterilmiyor mu?

Yani dünya bir akvaryum onlar akvaryumun etrafındaki insanlar haline gelmiş değil mi?

Bütün bunların yaşandığı ülkelerde sağcı solcu, dindar dinsiz, iktidar muhalefet bütün kesimler nefret ve sevgilerini yaşama geçirirken aslında kendi yaşamımızın sınırını çizmiyor muyuz?

İşte böyle bir zamanda bu sistemlerin ortak özelliklerini araştırdım; modern ve uygar dünya rotasını belirlerken insanın nasıl olması gerektiğini planlamış anlamaya çalıştım. Sistemlerin ortak özelliği:

  • Şehvet: Mal ve cinsel arzuların geliştirilmesi, özgürleşme adında topluma yayılması, özendirilmesi. İhtiyaçtan çok  fazla mal ve malzemeye sahip olmak, mümkün olduğunca cinsel ihtiyaçları gidermenin sınırlarını zayıflatmak.
  • Hırs: Vahşi rekabetin lokomotifleştirilmesi, hırsın kontrolsüz bir şekilde hayatımızın başrolüne oturması
  • Hasetlik: Biz sahip olurken, yükselirken başkalarını geçmek, bizi geçeni engellemek, kendi faydamız uğruna başkalarının yaşamını yok etmeye çalışmak.
  • Gazap ve Kızgınlık: Sahip olduğumuz güç ile insanların yaşam alanlarını daraltmak. Görünmeyen sınırlarla küçükten büyüğe varlıklarımızı korumak için insanları ötekileştirmek, onlara planlı ya da plansız, bilerek ya da bilmeyerek eziyetler etmek
  • Doyuncaya kadar yemek: Öyle bir düzen ki, toplumun hızla obezleşmeye başlaması,  çok yemeye dayalı hastalıkların artması ve bu yöndeki ilaç endüstrisinin stratejik güç haline gelmesi
  • Süslenme merakı: Beğenilme ve güzel olma hevesi ile erkek kadın yaşamımızın büyük bir kısmını başkalarının beğenisine göre ayarlar hale gelmek. Kendi bilinç ve beğenilerimizi ikinci plana itme gayretimiz.
  • İnsanlardan bir şey beklemek: Toplum öyle hale geldi ki faydasız yaşamda adım atmanın bile aptallık olduğu tanımlanmaya başlandı. İnsanların beklentileri güçlendirildikçe insanları ihtiyaçlarının üzerinde bir talep seviyesine yükselterek dilenci konumuna soktular.
  • Acele etmek: Yaşam öyle bir hale geldi ki kimsenin kimseye ayıracak vakti kalmadı. Çark öyle hızlı dönmeye başladı ki insan acelesinden kendini bile unuttu. Bir yarış içinde, yaşadığını sanarak ömür tamamlamayı modern yaşamın kuralı hale getirdiler.
  • İhtiyaç fazlası para ve mal bulundurmak: Tüketim öyle kutsallaştırıldı ki ülkelerin gelişmişlikleri kişi başına tüketim alışkanlıkları ile ölçülür oldu. İnsanların bilinçaltını ele geçirdiler. Tüketmezse mutlu olamayacağını düşündürmeye başladılar. Ve gelirinden çok borçlanma imkânları ile insanları çaresiz bıraktılar.
  • Fakirlik korkusu: İnsanları fakirlik korkusu ile sahip oldukları para, makam iş gibi araçları kaybederse fakir olacağı toplumun kendisini beğenmeyeceği konusunda korkuttular. Böylece gelirin temizi kirlisi, işin insani olanı olmayanı düşünülmeden konumunu korumaya yönelttiler.
  • Fikir ve görüşlerde taassup: İnsanlar öyle bir hale getirildi ki az araştırma, algı yönetimi ve çabuk inanma, fayda sağlama gibi sebeplerle kendi düşünce ve fikirlerini tartışılmayacak şekilde savunup kendinden olmayanları ötekileştirme yoluyla insanları anlaşmazlıklara sürüklediler.
  • Siyasi kavga ve çekişmeleri takip etmek: İnsanlar ve toplumlar belirli görüşlerle ve inançlarla kutuplaştırılıp, taraftar hale getirildi.  İstedikleri zaman bu hassasiyetleri kullandılar.
  • İnsanlar doğru düşünce ve inançlarında ayrıştı: Aynı düşünce ve inanç sahipleri, arkadaşlıklar, dayanışma grupları bir biri hakkında su-i zan beslemeleri için ortam hazırlandı.

Tüm bu özellikler;  bugün ve öncesi adına modern ve uygarlık dediğimiz sistemlerin insanları hangi davranış biçimlerine yönlendirdikleri konusunda sanırım hepimizin ortak bir kanaati vardır.

Bu özellikleri algılamak için bütün inançlarda ve özellikle dinimizde şeytanın tanımına bir bakın lütfen bir farklılık var mı?

Yoksa %1, hatta çok daha sınırlı güce sahip güçler bütün sistemleri bilerek mi şeytanlaştırıverdi?