Dilde Tutuculuk

Abone Ol

Dil, insanlar arasında iletişimi sağlayan en önemli kültür unsurlarından biridir. Ayrıca geçmiş ile gelecek arasında bir köprü vazifesi görür.

Bu gün toplumlar arasındaki iletişimi, etkileşimi kaybetmek, kaybettirmek isteyen ideologların yapmak istediği ilk iş toplumların dili ile oynamaktır. Meselâ Rusya'nın hâkimiyeti altındaki Türk devletlerinin alfabelerini değiştirmesi buna güzel bir örnektir. Hedeflenen gaye kendi ülkesinde ve dünyanın herhangi bir yerinde Türk topluluklarının irtibatını kesmektir. Rusya bu ameliyesinde oldukça başarılı olmuştur. Her Türk devletine ayrı bir alfabe vererek sen Kırgızsın, sen Kazaksın, sen Azerîsin v.s diyerek onları Türklük bilincinden uzaklaştırmış, ortak bir kültür ve ideolojide birleşmelerini engellemiştir. Bağımsızlığına kavuşan Türk Cumhuriyetleri yeni bir uyanışın, millî birlik ve beraberliğin önemini kavramış durumdadırlar.

Osmanlı Türk İmparatorluğundan millî devlete geçiş sürecinde batı Türkçesinde de bazı değişiklikler oldu. İstanbul'da yazılıp çizilen Türkçe ile diğer vilayetlerde konuşulan Türkçenin arasında büyük farklar oluşmuştu. Herkes tarafından anlaşılabilir bir Türk dili geliştirilmesi lüzumu ortaya çıktı. Esasen Tanzimat'tan beri var olan dilde sadeleşme akımı 1908'den sonra millî edebiyat akımıyla yeni bir ivme kazandı ve bu ivme ile birlikte daha sade edebiyat ürünleri verilmeye başlandı.

Bu gün de dilimiz üzerinde bazı kavramlar üzerinde sürekli değişiklik yapılmakta, eski nesil ile yeni nesil bir birini anlayamaz duruma gelmektedir. İngiltere'de 1000 yıl öncesi yazılan bir metni bu gün bir İngiliz çok rahat okuyabilmekte, anlayabilmekte ve yorumlayabilmektedir. Biz de ise durum çok farklıdır. Bırakınız 10000 yıllık, 25- 30 sene öncesi yazılan bir metni bile layıkıyla anlamaktan aciz bir haldeyiz.

Bu hafta Konya Türk Ocağının gündeminde yine “dil konusu” vardı. Cumartesi günü yapılan konferansın konusu “Dil ve tutuculuk” tu. Konuşmacı, Necmettin Erbakan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim görevlilerinden Doç. Dr Mustafa Yıldız'dı.

Mustafa Yıldız, dilin en belirgin özelliğinin aynı insan gibi canlı bir varlık olması olduğunu belirtti. Göktürk metinlerinde tengri kelimesinin günümüze tanrı kelimesi olarak gelmesini dilin yaşamasına örnek gösteren Yıldız, tengerek kelimesinin de (yün eğirmede kullanılan bir alet) bu gün unutulup ölü kelimeler arasına karışmasını dilin canlı bir varlık olduğuna delil olarak gösterdi.

Bir dilin diğer dillerden kelime alış verişi yapmasının kaçınılmaz olduğuna değinen Yıldız, bu alışverişi yaparken dilin estetiği bozulmadan yapılması gerektiğini bildirdi. Göktürk metinlerinde, Uygur metinlerinde Çince kelimelerin çok olduğunu, bunun da Türklerin sürekli o kavimle ekonomik ve kültürel ilişkilerde bulunduğunun bir göstergesi olduğunu söyledi. Bu kelimeler alınırken Türkçenin asli yapısı bozulmamıştır. Batıya göç eden Oğuz boylar; Azerbaycan, Selçuklu ve Osmanlı Türkleri de Arapça, Farsça ve Rumcadan bol miktarda kelime transferi yapmıştır. Bu kaçınılmazdır. Yeni bir coğrafyaya gelmişsiniz. Elbette dini, iktisadi ve kültürel etkileşime uğrarsınız.

Ali Şîr Nevaî, Muhakemetü'l- Lugateyn adlı eserinde Türk dilinin ne kadar zengin bir dil olduğunu belirtmiş ve diğer dillerle mukayesesini yapmıştır.

Miladî 1000 yılında Kaşgarlı Mahmud, “Divan-ı Lugati't-Türk” adlı eserinde Türkçenin önemine vurgu yapmış, Türkçenin her tarafa yayılacağını, herkesin Türkçe öğrenmesini, okuyup yazmasını tavsiye etmiştir. Araplara Türkçeyi öğretmek gayesi ile eserini Arapça olarak kaleme almıştır.

13. yüzyılın sonlarından 14 yüzyılın ilk yarısında yaşamış Âşık Paşa, “Garip name” adlı eserinde Oğuzların Türkçeden vazgeçerek Arapça ve Farsça ile meşgul olduklarını, Türkçenin garip bırakıldığını, bu durumdan duyduğu rahatsızlığı dile getirmektedir.

Osmanlıca tabirine de değinen Yıldız, Osmanlıca diye bir dilin varlığından söz edilemeyeceğini söyleyerek şunları kaydetti: Bu yanlış bir terimdir.  Osmanlı bir hanedanın ismidir, dili de Türkçedir. Nitekim halk Türkçe okuyup yazmaktadır. Devlet dairelerinde de tüm muamelat Türkçedir. 1876 Anayasasında “Devletin resmi dili Türkçedir. Devlet dairelerinde Türkçeden başka bir dil kullanılamaz. Devlet memuru olacakların Türkçe okuyup yazma mecburiyeti vardır.” diye bir madde vardır.

Dilde sadeleştirme Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Millî Edebiyat dönemi temsilcileri, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Ali Canip Yöntem, Mehmet Emin Yurdakul gibi edipler sade bir Türkçe ile eserler vermişlerdir.

Atatürk zamanında dilde sadeleşmeye de değinen Mustafa Yıldız, ilk önce bir öz Türkçeleştirme faaliyetine girişildiğini, sonradan bunun sakıncaları görülüp terke edildiğini belirti. Öz Türkçe faaliyeti, kelimelerin karşılıklarını öz Türkçe yapmak için Türkçenin genel kaidelerinin dışına çıkıldığından tamamen bir tasfiye harekâtına dönüştürülmüştür. Bu durum da dil de kısırlaştırmaya yol açmıştır. Daha sonra dilimize girmiş olan Arapça ve Farsça kelimelerin tamamen atmak yerine halk tarafından kabul görenlerin aynen Türkçe gibi kabul edilmesi kararlaştırılmıştır.

Mustafa Yıldız, dil de aşırı tutucu olunmaması gerektiğini, aynı kelimenin Türkçe karşılığı varsa onun kullanılmasını, dışarıdan girmiş kelimelerin halk tarafından kabul görmüş şekliyle yazılması görüşünde olduğunu belirtti.

 Türkçemizi korumak, geliştirmek ve güzelleştirmek her Türk gencinin, okurunun yazarının çizerinin bir vazifesi olmalıdır. Yazarlarımız eserlerinde Türkçenin özüne uygun ne kadar çok kelime kullanırlarsa o kadar dili zenginleştirmiş olurlar.