Ne vakittir söylenmemiş olan cümlelerim zihin heybemde hallice bir ağırlık yapmaya başladığında. Radyoda naz makamı bir kanun duyduğumda, geçmemiş bir mürekkep lekesini bilmem kaçıncı kez- ama olsun, yine her zamanki gibi ince bir gururla- fark ettiğimde ipek gömleğimde. Yazmaya dair bir zafiyetim var belli ki, bu zaaf daha niyetlenmeden haddini aştığında, anlıyorum bu yazıyı yazmam gerektiğini.
Üzerimde uzunca bir memleket yolunun henüz yorgunluğu geçmemiş, ayakkabılarıma bulaşmış tozun toprağın, doğduğum şehre ait oluşunun bilincindeyim daha. Avucumda, evvelde Rum beldesi olan bir şehirden kopardığım kış nergisi daha yeni can vermiş ama kokusunu tenime bırakmıştı, bana hunharlığımın cezası olsun diye. İnsan oluşumun gafletine verip, masada duran yarım kalmış kitabın içine bırakıyorum solmuş çiçeği. Radyoyu açıyorum, yanık bir Rumeli ezgisi sesleniyor bana. Başımı pencereden yana çeviriyorum. Yaprakları dökülmüş kış vurgunu ağaçlara bakıyorum.
Esme bre ruzigâr yârim yoldadır.
İçime düşmüş bilmem kaç asırlık hasretin, henüz doğmamış olduğum zamanlardan kalma acısı ile sızlıyorum. O an penceremde öbeklenmiş olan beyaz güzelliği dağıtan rüzgârın Rumeli'den geldiğini adım gibi bilerek yazacak oluyorum satırlarımı. Ne kadar yorgun olmak gerekirdi bu yazıyı yazmak için? Kaç yolcunun gelmemiş olması, kaç umudun hepten kesilmesi gerekirdi. İçimden yükselen ahların kaç aha karışmış olması lazım gelirdi ki ben bu yazıyı hasretin lügatçesi gibi yazayım.
Pencerede kış vurgunu ağaçlara takılmış olan gözlerim Balkanlardan yalın ayak yapılan bir göç vaktine dalıyor sanki. Bir sınır kapısı düşlüyorum hiç görmediğim, ama bana defalarca kez anlatılan. Sınır kapılarından geçmenin acı bir tecrübe olduğunu düşünüyorum. Dilin, kimliğin, paranın bir anda geçmez olduğu, gözle görünecek kadar yakın bir mesafenin gurbet sayıldığı sınır kapıları. Hasretin sayısız bedende paylaşılıp yine katlanıp, katmerleşerek arttığını düşünüyorum. Faili binlerce kişi olup her bedende değişse de yine aynı kaldığını ve ancak lanetli bir duygunun bu özellikleri maddesinde barındırdığını, acı ama yaşanılmış bir tecrübe ile kabul ediyorum.
Bir memleketten uzak düşmüş olan insanların söylediği bütün sözler hasrete değerdi. Ve içinde hasret cümlesi geçen şiirlerin de şarkıların da yaza yaza bitirilemeyeceği besbelliydi. Peki ya bunca doğru lügatte sıralanıp dururken, insanların yanılıp durması, yanlışa düşmesi nedendi? Nedendi koca dünyaya, küçücük bedenlerin sığamayışı.
İnsanı hasret öldürürdü ve vatansızlık da ölüm için hallice bir sebepti. Oysaki bir kurşunun hacmi, yüreği olan bir bedeni yerle bir etmek için ne denli küçüktü. Mânâ âleminde verilecek olan hesap zor; mizan, tartısında yanılmazdı. Soracak olduğu suali vardı alttaki yaprağın üsttekinden. Öyleyse ne diyeydi âşık olmak varken dünyaya sevdalanmak?
Ben yaşanmış bir tarihin canlı tanıklarını dinleyen ve tüm anlattıklarımın hâsılası, göçmen torunu künyesiyle isimlendirilen Dildar Hanım. Hayat tamam olduğunda, herkesin ömrü eksik kalıyordu. Oysa ben, bu yol dönüşü kalemimde titreyen hüznü yazmasaydım eğer, eksik ölecektim. Ve Eğer yazmasaydım kendimden çok kelimelere hesap verecektim.